BTTF1 Flashcards
inventory
inventory
f. envanterini yapmak, envantere işlemek
i. envanter, sayım defteri, stok
Examples I've been going over the inventory. Envanteri inceliyorum. I'm taking inventory. Envanter çıkarıyorum.
alleged
alleged
s. iddia edilen, sözde, sözümona
Examples
Home Secretary Alan Johnson is to make a statement to the House of Commons about the alleged attempt to blow up a plane on Christmas Day.
İçişleri Bakanı Alan Johnson noel günü bir uçağın havaya uçurulması ile ilgili sözde girişim hakkında Avam Kamarasına ifade verecek.
They’re alleging I bribed someone.
Birine rüşvet verdiğimi iddia ediyorlar.
discrepancy
discrepancy
i. çelişki, uyuşmazlık, farklılık, aykırılık, tutarsızlık
Examples
There are discrepancies.
Çelişkiler var.
There is a discrepancy of 145 dollars in my June credit card statement.
Benim haziran ayı kredi kartı ekstresinde 145 dolarlık bir uyuşmazlık var.
breakthrough
breakthrough
i. buluş, atılım, yenilik cepheyi yarıp geçme,
Examples
Most scientific breakthroughs are nothing else than the discovery of the obvious.
Bilimsel buluşların çoğu bilinenin keşfinden başka bir şey değildir.
There are no breakthroughs.
Herhangi bir yenilik yok.
hook up
hook up
bağlamak, kancalamak, askıya asmak, bağlantısını yapmak, ilişki kurmak
Examples
Alan, trust me, the only way you’re gonna hook up with someone like gail is in your dreams.
Alan, inan bana, Gail gibi bir kızla takılman, ancak rüyalarında olur.
Tom is hooked up to monitors.
Tom monitörlere bağlandı.
I’ll keep that in mind.
Aklımda Tutacağım
get caught
Get caught
Examples I got caught in a storm on my way home. Eve giderken fırtınaya yakalandım. Ouch! My finger got caught in the door. Ah! Parmağım kapıda sıkıştı.
nutcase
nutcase
i. deli, kaçık
slacker
slacker
i. tembel, miskin, uyuşuk
Examples
He’s a slacker.
O bir tembel.
roster
roster
i. liste, nöbet listesi, görev listesi
Examples
The teacher checks the class roster.
Öğretmen sınıf listesini kontrol eder.
If you put your mind to it, you can accomplish anything
Aklına koyarsan, her şeyi başarabilirsin.
struck
struck
Vurdu
s. grevde
Examples If you strike a match, it makes a blaze. Kibrit, çaktığınızda tutuşur. If you strike a match, it makes a flame. Kibrit, çaktığınızda alev çıkar.
flyer
flyer
El ilanı
i. pilot, uçan
Examples
Oh, welcome, welcome. Please sign in. Take a flyer.
Hoş geldiniz. Hoş geldiniz. Lütfen imza atın, bir broşür alın.
I read the flyer that was handed to me.
Bana verilen broşürü okudum.
retype
Yeniden yazım
Examples
I’ll retype it.
Onu tekrar yazacağım.
gullible
gullible
s. saf, kolay aldanan, salak, bön
Examples
I doubt Nicholas is really that gullible.
Nicholas’ın gerçekten o kadar salak olabileceğinden kuşku duyuyorum.
Nicholas discovered just how gullible Mary was.
Nicholas sadece Mary’nin ne kadar saf olduğunu keşfetti.
fix up
fix up
kurmak, ayarlamak, sağlamak
Examples
Do I have to fix up to go to the birthday party?
Doğum günü partisine uygun giyinmiş miyim?
We must fix up a ball to earn money.
Para kazanmak için bir balo düzenlemeliyiz.
confrontation
confrontation
i. yüzleştirme, yüzleşme, karşılaşma
çatışma
Examples
He deliberately kept on provoking a confrontation.
O kasıtlı olarak bir çatışmayı provoke etmeye devam etti.
I don’t like confrontation.
Yüzleştirmeyi sevmiyorum.
It was meant to be.
Olması gerekiyordu
bear with me
Bana katlan
bana sabır göster
Examples
Now if you’ll bear with me for a few minutes, I’ll give you the figures. What we need is a balanced tax program.
Şimdi eğer bana birkaç dakika dayanabilirsen, sana rakamları vereceğim. İhtiyacımız olan şey dengeli bir vergi programı.
These children were playing the bear with me all day.
Çocuklar bütün gün canıma okudu/beni kızdırdılar/sıktılar.
disintegrate
disintegrate
f. parçalara ayırmak, parçalamak, atomlarına ayırmak, dağılmak, paramparça olmak, parçalanmak
Examples
In these days of disintegrating values…
Ahlaki değerlerin yıkıldığı bu günlerde…
The city’s transportation system disintegrated.
Kentin ulaşım sistemi dağıldı.
intact
intact
s. dokunulmamış, el değmemiş, bozulmamış, tam
Examples
I am entering escape trunk. Inner hatch looks intact. It’s just flooded. All right. I’m gonna open her up.
Kaçış bölmesine giriyorum. İç bölümde bir değişiklik yok gibi görünüyor. Su basmış sadece. Pekala. (Kapağı) açacağım.
Is it fair to say, given your… rather abrupt discharge from the ranks 18 months ago, that… your cover in those contacts might remain intact?
Yüksek rütbenizden 18 ay önce beklenmedik bir şekilde azledilmenizi düşünürsek, o bağlantıları hala koruduğunuz söylenebilir mi?
stainless-steel
paslanmaz çelik
instantaneous
instantaneous
s. ani, birden, şipşak, enstantane
circuit
circuit
Devre
f. etrafında dönmek, dolaşmak; devretmek, turneye çıkmak
i. çember, daire çevresi; devre, dolaşıp aynı noktaya gelen yol, dolambaçlı yol, dolaşma, tur; gezici hakim; gezici dava vekili, devre [elek.], çevrim; lig; bir yönetim altındaki işletme sayısı
Examples
A sensory toy.. …with intelligent behavioral circuits.. …using neurone-sequencing technology.. …as old as I am…
Sensörlü bir oyuncak….zeki, davranış devreleri olan…nöron-dizisi teknolojisini kullanan… benim kadar eski…
Photolithography is used to make integrated circuits.
Fotolitografi entegre devreler yapmak için kullanılır.
I remember it vividly
dün gibi hatırlıyorum
sink
sink
f. batmak, gömülmek, saplanmak, basmak, çökmek, dalmak, işlemek, düşmek, inmek, azalmak, hafiflemek, alçalmak, kötüleşmek, fenalaşmak, durumu bozulmak, unutulmak, fakirleşmek, kırılmak, kafasına girmek, gömmek, batırmak, kazmak, yerleştirmek, düşürmek, a
i. lavabo, musluk taşı, pislik çukuru, çukur, batak, bataklık, lağım çukuru, yer kapağı [tiy.]
Examples The boat will not sink. Kayıklar batmazlar. She put the dirty dishes in the sink. Kirli tabakları lavaboya koydu.
breeding
breeding
i. doğurma, yetiştirme; üretme, üreme, terbiye, görgü kuralları, görgü
Examples What's your favorite breed of dog? Favori köpek ırkın nedir? The British captured Breed's Hill. ingilizler Breed's Hill'i ele geçirdi.
unleaded
unleaded
s. kurşunsuz
Examples I'd like a full tank of regular unleaded. Bir depo kurşunsuz normal istiyorum. Ten dollars of regular unleaded, please. 10 dolarlık normal kurşunsuz,lütfen"
embark on
Başlamak
Examples
I’m about to embark on a journey around the world.
Dünyanın çevresinde seyahate başlamak üzereyim.
They’re too intelligent to embark on a project that would mean the end of civilization.
Uygarlığın sonu demek olan bir projeye girişmeyecek kadar zekidirler.
civic
civic
s. şehir ile ilgili, belediye ile ilgili, kent, yurttaşlık ile ilgili
Examples
Civic education and civic responsibility should be taught in elementary school.
Donna Brazile
Vatandaşlık eğitimi ve vatandaşlık yükümlülüğü ilköğretim okulunda öğretilmelidir.
I’m just doing my civic duty.
Sadece vatandaşlık görevimi yapıyorum.
bruise
bruise
f. berelemek, berelenmek, zedelemek; yaralamak, dövmek, hırpalamak, vurmak, yaralanmak
i. çürük, bere, ezik, yara
Examples Nicholas has a bruise on his right leg. Nicholas'ın sağ bacağında bir çürük vardı. He had bruises all over after the fight. Uçuştan sonra her yerde morlukları vardı
life preserver
Can yeleği
fiddling
fiddling
s. önemsiz, küçük, işe yaramaz
Examples Nicholas seems to be as fit as a fiddle. Nicholas formda görünüyor. You're certainly looking fit as a fiddle today. Bugün gerçekten turp gibi görünüyorsun.
get used to
get used to
alışmak
Examples Nicholas got used to working with Mary. Nicholas Mary ile çalışmaya alışkındı. You'll get used to it in no time. Ona çabucak alışacaksın.
upbringing
upbringing
i. yetiştirilme, yetiştirme, yetişme
Examples
I wasn’t enough for my wife but she’d had a virtuous upbringing so she stayed faithful to me
Karım için yeterli değildim ama mükemmel bir şekilde yetiştirildiği için bana sadık kaldı.
The Talk of Hollywood. Stories of her childhood and upbringing portrayed her in a sympathetic light
Hollywood hikayelerindeki çocukluğu ve büyüyüşünü anlatan dedikodular onu sempatik gösteriyordu.
disown
disown
f. tanımamak, yadsımak, inkâr etmek, reddetmek, sahip çıkmamak
Examples
My mother said if people discover our marriage… I’ll be disowned, and forbidden to take the state exam.
Annem eğer insanlar bizim evliliğimizi öğrenirlerse dışlanacağımı ve devlet sınavını veremeyeceğimi söyledi.
Her parents disowned her and kicked her out of the house.
Ebeveynleri onu evlatlıktan reddetti ve onu evden kovdu.
Somehow
somehow
zf. bir Şekilde , her nasılsa, her nedense, nasıl olursa, bir şekilde, herhangi bir şekilde
Examples
Love is missing someone whenever you’re apart, but somehow feeling warm inside because you’re close in heart. As we are, happy Valentine’s Day sweetheart.
Aşk, uzaktayken özlesen de kalpler yakın olduğu için bir şekilde onun sıcaklığını hissetmektir. Bizimkilerin olduğu gibi, Sevgililer Günün kutlu olsun canım.
I must have it done somehow by six.
Saat altıya kadar bir şekilde onu yaptırmalıyım.
harness
kablo ağı
repercussions
repercussions
i. tepki, yan etki, yankı
bump into
bump into
çarpmak, toslamak
Examples I bumped into Nicholas the other night. Geçen gece tesadüfen Nicholas'la karşılaştım. I bumped into an old friend on the bus. Otobüste eski bir arkadaşa rastladım.
Just as
just as
aynen, tıpkı
Examples
Just as a candle cannot burn without fire, men cannot live without a spiritual life.
Tıpkı bir mumun ateşsiz olamaması gibi insan da manevi hayatsız olamaz.
She arrived just as I was leaving.
Tam biz giderken o geldi.
filthy
filthy
s. pis, kirli, açık saçık, müstehcen, iğrenç
Examples
Joe’s idea for a new kind of car will make him filthy rich.
Joe’nun yeni tür bir araba fikri onu müthiş zengin yapacak.
I’ll go just the way I came with a sack on my shoulder. I despise your filthy city.
Tıpkı geldiğim gibi, çuvalımı omzuma vurup gideceğim. Pis şehrinizden iğreniyorum.
extraterrestrial
extraterrestrial
s. yeryüzü dışında var olan, dünya dışı
Examples
Some scientists believe that our first contact with extra-terrestrial life will occur in the next decade or so.
Bazı bilim insanları dünya dışı yaşam ile ilk temasın önümüzdeki on yıla kadar kurulacağına inanıyor.
I don’t believe in extraterrestrials.
Ben uzaylılara inanmıyorum.
density
density
i. yoğunluk, sıkışıklık; kalınlık; sıklık; ahmaklık, kalın kafalılık
Examples
Japan has a high population density.
Japonya yüksek bir nüfus yoğunluğuna sahip.
-While he’s entering the tub, he notices the bath water rise
-Displacement -a way to determine volume and thus a way to determine density.
-Banyo küvetine girerken, küvetteki suyun yükseldiğini fark etmiş.
- Displasman - yoğunluk ve hacmi tanımlamamnın bir yolu.
industrial-strength
endüstriyel güç
outfit
outfit
f. donatmak, malzeme sağlamak
i. takım, araç gereç, aletler, malzeme, birlik, ekip
Examples
She was wearing a splendid outfit.
Muhteşem bir kıyafet giyiyordu.
What’s with the outfits - You guys are going to a volleyball game or something?I’m taking my lady out for breakfast.
Kıyafetlerde bir sorun mu var - Sizler voleybol maçına yada öyle bir şeye gidiyorsunuz sanırım. Bende sevgilimle kahvaltıya.
instilling
instil
f.Telkin, Alışmak damla damla akıtmak, damlatmak, sokmak, işlemek, aşılamak
Examples
A good teacher can inspire hope, ignite the imagination, and instill a love of learning.
Brad Henry
İyi bir öğretmen umut verebilir, hayal gücünü ateşleyebilir ve öğrenme aşkı aşılayabilir.
We must instill patriotism into the young people of today.
Biz bugünün genç insanlarına vatanseverlik aşılamalıyız.
strolling through
Dolaşmak Gezinmek
Examples
We strolled through the park.
Biz parkta dolaştık.
struggling
struggle
f. boğuşmak, savaşmak, mücâdele etmek, çabalamak, çalışmak, çırpınmak, debelenmek, uğraşmak
i. boğuşma, çırpınma, uğraşma, mücâdele, savaş, gayret, çaba, uğraş, zahmet, çabalama
Examples
The hope, the struggle and the hard work towards a goal / success is part of the rewards. Achieving goal itself is not the whole reward. Best wishes!
Bir amaç / başarı için umutlar, verilen mücadele ve emekler ödülün bir parçasıdır. Sadece amaç ya da başarı bütün ödül sayılmaz. İyi dileklerimle!
They struggled against the dictator.
Diktatöre karşı mücadele ettiler.
scattered
scattered
s. dağınık, aralıklı, dağılmış, perişan, seyrek
Examples They were scattered in all directions. Bütün yönlere dağıldılar. Fragments of the mirror were scattered on the floor. Ayna parçaları zemin üzerinde dağıldı.
backfire
backfire
f. 1. (motorun ateşi) geri tepmek. 2. geri tepmek, istenilenin aksi olmak.
Examples Nicholas thinks the plan may backfire. Nicholas planın geri tepebileceğini düşünüyor. I heard a car backfire. Bir araba geri tepmesi duydum.
drastically
drastically
zf. şiddetle, sert bir biçimde, zorlayıcı olarak
Examples
I would like to drastically decrease the amount of time it takes me to clean the house.
Evi temizlemem için geçen zamanı büyük ölçüde azaltmak istiyorum.
It’s so easy to write good example sentences, that even if we accidentally delete a few good sentences in the process of getting rid of a whole lot of bad ones, I think we could drastically improve the quality of this corpus by doing a lot of deleting.
İyi örnek cümleler yazmak o kadar kolaydır ki bir sürü kötü olanlardan kurtulma sürecinde birkaç iyi cümleyi kazara iptal etsek bile, sanırım çok sayıda iptal yaparak bu korpusun kalitesini şiddetle geliştirebiliriz.
swipe
tokatlamak, çalmak
i. kuvvetli vuruş
Examples
- Your brother was lost in an amusement park.. and he was found 2 days later, behind a fence. They’d taken a kidney
- Holy shit!
- You won’t tell anyone? You promised. They swiped your brother’s kidney! I was wrong to tell you.
- Kardeşin eğlence parkında kaybolmuştu… ve sonra 2 gün sonra çitin arkasında bulundu. Böbreklerinden biri alınmıştı.
- Aman Tanrım!
- Kimseye söylemeyeceksin! Söz verdin. Kardeşinin böbreğini çaldılar. Sana söylemekle hata ettim.
addict
addict
f. alıştırmak, alışmak, bağımlısı olmak, tiryaki olmak
i. bağımlı, tiryaki; düşkün, meraklı
Examples
I didn’t know Nicholas was a drug addict.
Nicholas’ın uyuşturucu bağımlısı olduğunu bilmiyordum.
The criminal finally acknowledged that he was a drug addict.
suçlu en sonunda uyuşturucu bağımlısı olduğunu kabul etti.
bumpy
bumpy
s. engebeli, tümsekli, inişli çıkışlı, sarsıntılı
Examples
The bus rattled as it drove along the bumpy road.
Otobüs engebeli yol boyunca giderken takırdadı.
Our boat ride was very bumpy.
Gemi yolculuğumuz çalkantılı geçti.