book 38 Flashcards
stunned
stunned
s. afallanmış, serseme dönmüş, ağzı açık kalmış
Examples
That dress looks stunning on you.
Şu elbise üstünde çok güzel görünür.
They were stunned after finding out about his resignation.
Onlar onun istifasını öğrendikten sonra çok şaşırdılar.
amid
amid
ed. ortasına, arasına, ortasında, arasında
amid
prep. in the middle of; surrounded by
n. amide, metallic substance; organic compound
Examples
They are amid the city noises.
Şehir gürültüsünün ortasındalar.
pistachio
pistachio
i. fıstık, şamfıstığı, antep fıstığı
Examples
I’d like some pistachio. That is pistachio?
Fıstıklı istiyorum. Fıstıklı bu mu?
I can’t remember if you are allergic to peanuts or pistachios.
Antep fıstığı veya yer fıstığına alerjin olup olmadığını hatırlayamıyorum.
lawn
lawn
i. çimen, çim, çimenlik, patiska
Examples My mother told me to mow the lawn. Annem çimi biçmemi söyledi. The lawn mower needs gas to operate. Çim biçme makinesini çalıştırmak için benzin gerekiyor.
decay
decay
f. çürütmek, çürümek, bozmak, bozulmak; zayıflamak, halsiz düşmek; parçalanmak, dağılmak; azalmak
i. bozulma, çürüme, çürük, çürütme; zayıflama; ayrışma; çöküş, yıkılma, yıkılış; düşkünlük;
Examples
Salt helps to preserve food from decay.
Tuz yiyeceği çürümekten korumak için yardımcı olur.
Too many sweets cause your teeth to decay.
Fazla şeker dişlerinde çürümeye sebep olur.
pomegranate
pomegranate
i. nar
Examples Did you buy the pomegranate juice? Nar suyu satın aldın mı? Kashgar's pomegranates are the most famous. Kaşgar narları en ünlüsüdür.
cross-legged
bacak bacak üstüne atmak
absently
absently
zf. dalgın dalgın, dalgınlıkla
Examples
Tom looked absently out the window.
Tom pencereden dışarıya dalgın dalgın baktı.
illiterate
illiterate
s. cahil, kara cahil, okumamış, okur yazar değil, bilgisiz, deneyimsiz, yanlışlarla dolu
Examples Are you illiterate? Okuma yazma bilmiyor musun? I'm illiterate. Ben okuma yazma bilmiyorum.
seduce
seduce
f. baştan çıkarmak, tahrik etmek, ayartmak, kanına girmek, iğfal etmek
Examples
I wouldn’t dream of seducing you, Alexandra.
Seni baştan çıkarmayı aklımdan bile geç irmem, Alexandra.
Did you really think that you could seduce me?
Gerçekten beni ayartabileceğini düşündün mü?
amends
amends
i. tazminat, telâfi, zararın karşılanması; özür
Examples
This will make amends for his disappointment.
Bu onun düş kırıklığını giderecektir.
You must make amends for your unfaithful I ness.
Onun sadakatsizliğinin karşılığını vermek zorundasın.
scramble
scramble
f. çabalamak, sürünerek ilerlemek, güçlükle ilerlemek, mücâdele vermek, karıştırmak, çırpmak [yum.], yağda pişirmek
i. güçlükle ilerleme, tırmanış, çabalama, mücâdele, motokros yarışı, acele havalanma
Examples
Three scrambled egg whites,
Üç yumurtadan omlet,
You know you got a plate of scrambled egg in the bathtub?
Küvette bir tabak omlet yediğini biliyor musun?
shed
shed
f. dökmek, akıtmak, yaymak, ışık tutmak, sızdırmamak, değiştirmek (deri), çıkarıp atmak, sıyrılmak
i. baraka, kulübe, sundurma, ahır, hangar, odunluk
Examples
Clean out the shed and throw away things you don’t need.
Kulübeyi temizleyin ve ihtiyacınız olmayan şeyleri atın.
and saw there was a tumble-down tool shed at the bottom of the garden.
Yıkık dökük bir kulübe vardı bahçede.
feigned
feigned
s. sahte, yapmacık
Examples
Mother said, “Do not lie in bed and feign sleep.”
Annem, “Yatağa yatıp uyuyormuş gibi yapma.” dedi.
She tried to feign innocence but her eyes were telling the whole truth.
Masum rolü yapmaya çalıştı fakat gözleri bütün gerçeği anlatıyordu.
hold out
hold out
uzatmak, ümit vermek, vâât etmek, yeterli olmak, dayanmak, ısrar etmek, boyun eğmemek, direnmek, tanıtmak
Examples He held out his hand and I took it. Elini uzattı ve onu tuttum. She held out her hand and I shook it. Elini uzattı ve onu salladım.
endearment
endearment
i. tatlı söz, okşayıcı söz
Examples
your name, her name, an endearment or two.
Senin adın, onun adı, bir iki okşama.
hone
hone
f. bilemek
i. bileği taşı
Examples
Nicholas wanted to hone his skills as a photographer.
Nicholas bir fotoğrafçı olarak becerilerini geliştirmek istedi.
Playing with kids his own level allowed him to hone his skills.
Kendi seviyesindeki çocuklarla oynamak onun yeteneklerini şekillendiriyor.
attain
attain
f. ulaşmak, erişmek, varmak, gelmek, elde etmek, kazanmak
Examples
She attained her success through hard work.
Başarısına çok çalışarak ulaştı.
All that spirits desire, spirits attain.
Kahlil Gibran
Ruhların arzuladığı her şeyi, ruhlar elde ederler.
utterly
utterly
z. tamamen, düpedüz, bütün bütün, sapına kadar
Examples
The shy boy was utterly embarrassed in her presence.
Utangaç erkek çocuğu onun varlığında tamamen sıkıldı.
It is utterly impossible to finish the work within a month.
Bir ayda işi tamamen bitirmek imkansız.
refrain
refrain
f. kendini tutmak, kaçınmak, sakınmak
i. nakarat
Examples
Please refrain from smoking in this room.
Lütfen bu odada sigara içmekten kaçının.
Please refrain from smoking cigarettes here.
Lütfen burada sigara içmekten kaçının.
riddance
riddance
i. kurtulma, başından atma
Examples
Good riddance!
Hele şükür gittiler!
give out
give out
bildirmek, duyurmak, ilan etmek, yaymak
Examples The supplies are beginning to give out. Kaynaklar tükenmeye başlıyor. Their patience was about to give out. Onların sabrı tükenmek üzereydi.
nod
nod
f. kafa sallamak (olumlu), sallamak (baş), başı ile onaylamak, başıyle selâm vermek, başı öne düşmek, hata yapmak, dikkatsiz davranmak
i. kafa sallama, baş işareti, başı öne düşme
Examples He nodded in response to my question. Sorumu yanıtlamak için başını salladı. She nodded in response to my question. Sorumun cevabını başıyla onayladı.
blurt
blurt
ağzından kaçırmak
abolish
abolish
f. kaldırmak, ortadan kaldırmak, feshetmek, iptal etmek, bozmak
Examples We must abolish the death penalty. Ölüm cezasını iptal etmeliyiz. We should abolish the death penalty. Ölüm cezasını kaldırmalıyız.
rejuvenation
rejuvenation
canlandırma, tazeleştirme, iyileştirme, gençleşme, gençleştirme, yenileştirme, modernizasyon
Examples """Her secret garden needed rejuvenation.""" Gizli bahçesinin tazelenmesi gerekmişti.
dyed
dyed
s. boyalı
Examples
It’s hard to tell whether Nicholas dyes his hair or not.
Nicholas’ın saçını boyayıp boyamadığını söylemek zor.
Nicholas couldn’t tell whether Mary dyed her hair or not.
Nicholas Mary’nin saçını boyatıp boyatmadığını söyleyemedi.
impassive
impassive
s. kayıtsız, vurdumduymaz, hissiz, ruhsuz
Examples
Tom is impassive.
Tom vurdumduymaz.
intervene
intervene
f. geçmek, arada olmak, araya girmek, aracılık etmek, karışmak, nüfuzunu kullanmak
Examples
Nicholas intervened in his coworkers’ disagreement.
Nicholas iş arkadaşlarının anlaşmazlığında arabuluculuk etti.
The prosecutors were impressive, but the defense weak, so I intervened.
Savcılar çok etkileyiciydi ama savunma çok zayıftı. Bende buyüzden müdahale ettim.
circumcision
circumcision
i. sünnet ruhen arınma,
i. bir ocak, hazreti İsa’nın sünnetinin kutlanması, yahudiler (İncil)
Examples
When will the circumcision party be held?
Sünnet partisi ne zaman düzenlenecek.
The practice of male circumcision is ancient and developed in parallel amongst different cultures.
Erkek sünnetinin uygulaması farklı kültürler arasında paralel olarak gelişmiştir.
circumcision
circumcision
i. sünnet ruhen arınma,
i. bir ocak, hazreti İsa’nın sünnetinin kutlanması, yahudiler (İncil)
Examples
When will the circumcision party be held?
Sünnet partisi ne zaman düzenlenecek.
The practice of male circumcision is ancient and developed in parallel amongst different cultures.
Erkek sünnetinin uygulaması farklı kültürler arasında paralel olarak gelişmiştir.
numb
numb
f. uyuşturmak, duygusuzlaştırmak, hissizleştirmek, dondurmak
s. uyuşmuş, hissiz, uyuşuk, donakalmış, duygusuz
Examples The swimmers were numb with cold. Yüzücüler soğuktan uyuşmuştu. Cold numbs the limbs. Soğuk uzuvları uyuşturur.
worn off
worn off
zamanla yok ol
YAVAŞ YAVAŞ AZALMAK
Examples The effect of the drug had worn off. ilacın etkisi yavaş yavaş azalmıştı. The effects of the medicine were wearing off. ilacın etkileri yavaş yavaş azalıyordu.
tissue
tissue
i. doku, ince kumaş, ince kâğıt, kopya kağıdı, kâğıt mendil, kâğıt peçete, tuvalet kâğıdı, ağ
Examples
Look at the scar tissue. See the recession?
Yara dokusuna bakın. Gerilemeyi görüyor musunuz?
Then we would remove some fatty tissue, reshape your breast and relocate the nipple.
Sonra biraz yağlı doku çıkaracağız, göğsünü yeniden şekillendireceğiz ve meme ucunu yeni yerine koyacağız.
vest
vest
f. yetki vermek, hak vermek, cüppe giydirmek, cüppe giymek, haczetmek [amer.], el koymak [amer.], hak olarak geçmek
i. iç gömleği, fanila, yelek
Examples
Workers were orange vest.
İşçiler turuncu yelek giyer.
The police officer wore a bulletproof vest.
Polis memuru bir kurşun geçirmez yelek giydi.
intersection
intersection
i. kesişme, kesişim, kavşak
Examples Turn right at the next intersection. Bir sonraki kavşakta sağa dön. What happened at that intersection? O kavşakta ne oldu?
sphere
sphere
i. küre, yuvar, yerküre, gökyüzü, tabaka, katman, sınıf, alan, çevre
Examples
The earth is shaped like a sphere.
Dünya bir küre şeklindedir.
The lack of a public sphere in Europe is being felt more and more keenly.
Avrupa’da kamusal alanın yokluğu artan bir şiddetle hissediliyor.
as with
olduğu gibi
flaw
flaw
f. çatlatmak, yarmak, sakatlamak, zarar vermek, hasara uğratmak
i. özür, kusur, defo, hata, üretim hatası, noksanlık, çatlak
Examples
You have an eagle eye for even tiny flaws.
Minik kusurları bile görebilecek keskin göze sahipsin.
Despite her flaws, I’m fond of her.
Onun kusurlarına rağmen ona düşkünüm.
unabashedly
unabashedly
zf. arsızca
feud
feud
f. anlaşmazlık içinde olmak, kavga etmek
i. kan dâvası, düşmanlık, kavga, tımar
Examples
Our feud traces back to our childhood.
Kan davamız çocukluğumuza kadar uzanır.
Sometimes family feuds extend through the generations.
Bazen aile içi anlaşmazlıklar kuşaktan kuşağa geçer.
vomit
vomit
f. kusmak, çıkarmak, istifrağ etmek, püskürtmek, lav püskürtmek
i. kusma, kusmuk, kusturan ilaç, püskürtme
Examples
I feel like I am going to vomit.
Kusacakmışım gibi hissediyorum.
I started thinking that if I vomited it would be OK. In the morning I was so relieved.
Eğer kusarsam, iyi olacağını düşünmeye başladım. Sabahleyin, sıkıntım hafiflemişti.
reluctantly
reluctantly
zf. isteksizce, isteksiz olarak, istemeden, gönülsüzce, ağırdan alarak
Examples He reluctantly agreed to my proposal. O isteksizce önerimi kabul etti. She reluctantly agreed to our proposal. Teklifimizi isteksizce kabul etti.
mildew
mildew
f. küflenmek, küflendirmek
i. küf
dank
dank
s. ıslak, nemli, yaş, rutubetli; küf kokulu
nostril
nostril
i. burun deliği
Examples
My finger hit my nostril, did you catch that?
Parmağım burun deliğime girdi, gördün mü?
- Put your money where your dick is.
- Yes, in your nostrils!
- Paranı aletinin yanına koy, oğlum.
- Tamam, senin burun deliğine!
creaky
creaky
s. gıcırtılı; harap; şüpheli, kuşkulu
huddle
huddle
f. sürü gibi toplanmak, bir araya toplamak, toplamak, tıkıştırmak, aceleyle giyinmek
i. kalabalık, yığın, karışıklık
Examples
the huddled masses turn for comfort…
halkın sadık dini lideri…
They went into a huddle and decided to leave the job.
Baş başa verip konuştular ve işi bırakmaya karar verdiler.
dim
dim
f. karartmak, bulandırmak, kararmak, bulanmak; donuklaştırmak, sönükleşmek
s. bulanık, anlayışsız; sönük; donuk; kalın kafalı
Examples We saw a dim light in the distance. Uzakta loş bir ışık gördük. I have a dim memory of my grandmother. Büyükannemi hayal meyal hatırlıyorum.
murmur
murmur
f. mırıldanmak, homurdanmak, söylenmek, uğuldamak, çağıldamak
i. mırıltı, çağıltı, homurtu, söylenme, hırıltı
Examples
“I love you,” she murmured and closed her eyes.
“Seni seviyorum,” diye mırıldandı ve gözlerini kapattı.
He brought his lips close to her ear and murmured: “I love you.”
O, dudaklarını onun kulağına yaklaştırdı ve mırıldandı: “Seni seviyorum.”