book 26 Flashcards
conspicuous
conspicuous
s. belli, bariz, apaçık, göze çarpan, dikkat çekici, çarpıcı; cazip
Examples
- Why shouldn’t she be conspicuous? She made an awful marriage, but should she hide her head? Should she slink around as if she disgraced herself?
- She’s had a sad life.
- Neden ortalığa çıkmıyor? Kötü bir evlilik yaptı ama kafasını saklamak zorunda mı? Rezil olmuş gibi kendini gömmek zorunda mı?
- Üzücü bir hayat yaşadı.
He would rather walk with me in the evening than in the daylight, for he said that he hated to be conspicuous.
Gündüzleri dikkat çekmekten nefret ettiği için akşamları benimle birlikte yürümeyi tercih ederdi.
fold
fold
f. katlamak, kavuşturmak, sarmak, bükülmek, kıvırmak, bükmek, çırpmak, çökmek, kapanmak, ağıla kapamak
i. katlama, kat, kıvrım, büklüm, pli, ağıl, sürü (koyun), cemaat, kilise, aile ocağı, yuva
snk. kat, katı, misil, katlı
Examples When I write a letter I fold it. Mektubu yazdıktan sonra katlarım. After the letter is folded it will fit into an envelope. Mektup katlandıktan sonra zarfa sığar.
electrifying
electrifying
s. heyecanlandırıcı
toss
toss
f. atmak, fırlatmak, yazı tura için atmak, çekmek (kürek), sallanmak (tekne), kıpırdanmak
i. havaya atma, fırlatma, yazı tura atma, arkaya atma
Examples Nicholas tossed another log on the fire. Nicholas ateşin üzerine bir kütük daha attı. I tossed and turned in bed all night. Bütün gece yatakta döndüm durdum.
bring down
bring down
indirmek
Examples Go upstairs and bring down my trunk. Yukarı çık ve bavulumu getir. - You brought down the house. - Oh, drat. - Çok alkışladınız. - Oh, lanet.
get load into
yüklenmek
took place
took place
meydana geldi, gerçekleşti
Examples
If men behave after marriage the way they do before it, half the divorces won’t take place. On the other hand, if women behave before marriage the way they do after it half the marriages won’t take place.
Erkekler evlendikten sonra da önceki gibi davranırlarsa boşanmaların yarısı olmaz. Diğer taraftan, kadınlar evlenmeden önce de evlendikten sonraki gibi davransalardı evliliklerin yarısı olmazdı.
The meeting took place last week.
Toplantı geçen hafta yapıldı.
ravage
ravage
f. yıkmak, harap etmek, kırıp geçirmek
i. tahrip, yıkım, zarar, yıkıcı etki, tahrip etkisi
Examples
Floods have ravaged parts of Germany.
Seller Almanya’nın bir kısmını harap etti.
run into
run into
1. rast gelmek. 2. -e çarpmak.
Examples Who do you think I ran into today? Bugün kimle karşılaştığımı düşünüyorsun? I just ran into her on the street. Az önce caddede ona rastladım."
predominate
predominate
f. üstün olmak, çoğunlukta olmak, ağır basmak, hakim olmak
astray
astray
s. kötü yola düşmüş, yanlış yola sapmış, baştan çıkmış
Examples
Be careful, girls at your age are easily led astray by men.
Dikkatli ol senin yaşındaki kızlar erkekler tarafından kolaylıkla baştan çıkartılırlar.
Tom is leading Mary astray.
Tom Mary’yi ayartıyor.
partial
partial
s. kısmi, tam olmayan, taraflı, düşkün
Examples Lunar eclipses can be total or partial. Güneş tutulmaları tam ya da bölümlü olabilir. His business was only a partial success. Onun işi sadece kısmi bir başarıydı.
offspring
offspring
i. Yavru ürün, döl, çoluk çocuk, yavrular
Examples Books are the offspring of one's mind. Kitaplar birinin aklının ürünleridir. Rabbits have a lot of offspring. Tavşanların çok yavruları olur.
assert
assert
f. söylemek, iddia etmek, ileri sürmek, öne sürmek, savunmak (hak)
Examples Tom knows how to assert himself. Tom kendini nasıl savunacağını biliyor. He knows how to assert himself. O kendini nasıl savunacağını biliyor.
triumph
triumph
f. yenmek, zafer kazanmak, büyük başarı kazanmak
i. zafer, başarı, utku, zafer alayı
Examples
Love is the triumph of imagination over intelligence.
H. L. Mencken
Aşk hayalgücünün zekaya karşı zafer kazanmasıdır.
Love’s triumph!
Aşkın zaferi
breadwinner
breadwinner
i. geçimini sağlayan kimse, geçimi sağlayan kimse
Examples He's the sole breadwinner for the family. O, ailenin geçimini sağlayan tek kişi. My father is the breadwinner. Benim babam aile reisidir.
convalesce
convalesce
f. iyileşmek
trepidation
trepidation
i. titreme, korku, dehşet, ürperme
In a manner of speaking.
in a manner of speaking
bir anlamda, sözün gelişi, tabiri caizse
dissenter
dissenter
i. muhalif, karşıt görüşlü kimse; anglikan kilisesine karşı hristiyan
Upstanding
upstanding
s. dik, dürüst, doğru, dinç
intimate
intimate
f. ima etmek, üstü kapalı söylemek, çıtlatmak, bildirmek, açıklamak
i. sırdaş, yakın arkadaş, samimi dost
s. samimi, yakın, içli dışlı, sıkı fıkı, gizli, özel, kişisel, tam, ilişkisi olan, homojen
Examples
He intimated that all is not well in his marriage.
O evliliğinde her şeyin iyi olmadığını ima etti.
It’s very difficult to judge relationships from the outside. You never know what happens in intimate moments with two people to know why they really support and love each other.
Eric Braeden
İlişkileri dışarıdan yargılamak zordur. Birbirlerini neden gerçekten desteklediğini ve sevdiklerini bilmek için iki insanın özel anlarında neler olup bittiğini asla bilemezsiniz.
disarray
disarray
f. kargaşaya itmek, karıştırmak, bozmak
i. düzensizlik, kargaşa, dağınıklık
Examples
After all the merrymaking, the apartment was in great disarray.
Tüm eğlenceden sonra daire büyük bir karışıklık içindeydi.
Dan’s bedroom was in disarray.
Dan’ın yatak odası düzensizlik içindeydi.
misgiving
misgiving
i. kuşku, kuruntu, korku
Examples
My examination results are good but I have misgivings about the finals.
Sınav sonuçlarım çok iyi ama final sınavları hakkında kuşkuluyum.
neglect
neglect
f. aldırmamak, asmak, boşlamak, ihmal etmek, unutmak
i. ihmal, ilgisizlik, boşlama, bakımsızlık
Examples
I regret having neglected my health.
Sağlığımı ihmal ettiğim için pişmanım.
Nicholas was accused of neglecting his duty.
Nicholas görevini ihmal etmekle suçlandı.
decisive
decisive
s. kesin, belirleyici; kararlı, azimli
Examples I'm decisive. Ben kararlıyım. I'm not decisive enough. Yeterince kararlı değilim.
tentative
tentative
i. deneme, tecrübe
s. deneme niteliğinde, deneysel, geçici, belli belirsiz, tereddüdlü
Examples I have a tentative schedule. Geçici bir programım var. I've made a tentative deal with Tom." Tom'la geçici bir anlaşma yaptım.
trespassing
izinsiz
reap
reap
f. biçmek, hasat etmek, kaldırmak, kazanmak, para yapmak
Examples Why should others reap what I have sown? Ben çekeyim cefayı, eller sürsün sefayı. What one has sown one will have to reap. Bir insan ne ekerse onu biçmek zorunda kalır.
sow
sow
f. ekmek, saçmak, dikmek, tohum ekmek
i. dişi domuz, erimiş maden oluğu
Examples
Farmers sow seeds in the spring.
Çiftçiler ilkbaharda tohumları eker.
When the oak is felled the whole forest echoes with it fall, but a hundred acorns are sown in silence by an unnoticed breeze
Bir meşe ağacı kesilip yere düştüğünde bütün orman onun düşüşüyle eko yapar, fakay yüzlerce meşe palamudu farkedilmeyen bir rüzgarla sessizce ekilirler.
Tomorrow we reap what we sow today.”
bugün ektiklerimizi yarın biçeriz
fidelity
fidelity
i. sadakât, vefa, bağlılık, doğruluk, uygunluk
Examples
Fidelity Bank was robbed on Tuesday by 20 armed men.
-Twenty? You mean another gang robbed the same bank the same day as us?
Fidelity bankası Salı günü 20 silahlı adam tarafından soyuldu.
-Yirmi? bir başka çete bizim gibi aynı günde aynı bankayı soydu demek istiyorsun?
Health is the greatest gift; satisfaction the greatest wealth; fidelity the greatest relation.
En büyük nimet sağlık, en büyük zenginlik kanaat, en büyük bağ da vefadır.
residual
residual
i. artık, kalıntı, tortu, artan, kalan
s. artan, kalan, artık, kalıcı, tortu şeklindeki
postulate
postulate
f. şart koymak, talep etmek, ispatsız olarak kabul ettirmek, doğru varsaymak, postulat olarak kabul etmek, seçmek (göreve)
i. koyut, doğru varsayılan kanıtsız önerme, esas
resentment
resentment
i. gücenme, alınma, hınç, zoruna gitme, içerleme, dargınlık, kin
Examples
And though the jobs are different and the missions change and the enemies have a thousand names…the one crucial thing, the one real responsibility you have, is to not let your rage and your resentment and your disgust
Gerçi işler farklı, görevler değişiyor ve düşmanların binlerce adı var…can alıcı tek nokta, tek gerçek sorumluluğun kininden, kızgınlığından, ve nefretinden vazgeçmemendir.
I feel resentment against your unwarranted criticism.
Haksız eleştirine karşı kızgınlık hissediyorum.
provisional
provisional
s. geçici, kesin olmayan
contradict
contradict
f. yalanlamak, aksini iddia etmek, çelişmek, ters düşmek
Examples
The minister contradicted his own statement.
Bakan kendi ifadesiyle çelişti.
Nicholas contradicts just about everything I say.
Nicholas yaklaşık olarak söylediğim her şeyin tersini söylüyor.
step down
step down
inmek, düşmek, çekilmek, istifa etmek, düşürmek, azaltmak
Examples Santa Ana stepped down as president. Santa Ana başkan olarak emekliye ayrıldı. lt's your time, lad. Step down. Vaktin geldi, delikanlı. Aşağı in.
hatch
hatch
f. civciv çıkarmak, kuluçkaya yatırmak, gizlice hazırlamak, iş çevirmek, yumurtadan çıkmak, çıkmak, olmak, büyümek, tarama yapmak, ince ince çizmek
i. bölme, civcivler, kapak, ambar kapağı, servis penceresi, civciv çıkarma, ince çizgi, tarama
Examples
Do not count your chickens before they are hatched.
Dereyi görmeden paçaları sıvama.
I am entering escape trunk. Inner hatch looks intact. It’s just flooded. All right. I’m gonna open her up.
Kaçış bölmesine giriyorum. İç bölümde bir değişiklik yok gibi görünüyor. Su basmış sadece. Pekala. (Kapağı) açacağım.
truce
truce
i. ateşkes, mütareke, ara
Examples
Now, I’d like to talk to you. I request a truce.
Şimdi seninle konuşmak istiyorum. Ateşkes istiyorum.
The enemy wanted to discuss a truce with us.
Düşman bizimle bir ateşkes görüşmesi yapmak istiyordu.
rear
rear
f. yetiştirmek, büyütmek, kaldırmak, yukarı kaldırmak, dikmek, inşa etmek, şahlanmak, yükseltmek
i. arka, geri, arka taraf, ters taraf, geri plân, kıç, popo, tuvalet
s. arka, geri, arkadaki, art
Examples
Please move to the rear of the bus.
Lütfen otobüsün arkasına doğru ilerleyin.
The hijackers moved to the rear of the plane.
Korsanlar uçağın arkasına ilerledi.
in terms
Açısından
Examples You see everything in terms of money. Her şeye parasal açıdan bakıyorsun. He thinks of everything in terms of money. O para açısından her şeyi düşünüyor.
devote
devote
f. ayırmak, tahsis etmek, adamak
Examples He devoted a lot of time to study. Çalışmaya çok zaman ayırdı. She devoted her life to education. Hayatını eğitime adadı.
cast away
cast away
atmak, fırlatmak, çarçur etmek, boşa harcamak, ıssız adada bırakmak, deniz kazası geçirmek
scarcely
scarcely
zf. henüz, ancak, hemen hemen, ucu ucuna, kıtı kıtına, neredeyse hiç
Examples
Nicholas scarcely ever gets any exercise.
Nicholas hemen hemen hiç egzersiz yapmaz.
I could scarcely stand on my feet.
Ayaklarımın üzerinde güçlükle durabiliyordum.
column
column
i. kolon; sütun; basamak [mat.]; direk; makale
Köşe yazısı
Examples Columns provide a solid foundation. Kolonlar sağlam bir temel sağlamaktadır. I write the advertising column. Reklamcılık köşesini yazıyorum.
eviscerate
eviscerate
f. bağırsaklarını çıkarmak, içini temizlemek, en gerekli şeyden mahrum etmek
pent-up
pent-up
s. hapsedilmiş, kapatılmış, bastırılmış
resort
resort
f. başvurmak, gitmek
i. dinlenme yeri, mesire, tatil yeri, başvurma, yardımına başvurulacak kimse, çare, uğrak, sık sık gidilen yer, ikinci adres
Examples We should not resort to violence. Şiddete başvurmamalıyız. You must never resort to violence. Asla şiddete başvurmamalısınız.
baffling
baffling
s. şaşırtıcı, aldatıcı, durmadan değişen, kararsız; zor, güç
Examples I'm baffled. Ben şaşkına dönmüşüm. Tom is baffled. Tom şaşırdı.