book 15 Flashcards
nasty
nasty
s. iğrenç, çirkin, kötü, pis, edepsiz, fırtınalı, ayıp, müstehcen
Examples
Nicholas can’t seem to get rid of his nasty cold.
Nicholas kötü soğuk algınlığından kurtulamıyor gibi görünüyor.
She gives me a nasty look every time she sees me.
O beni her ne zaman görse bana edepsiz bir görüntü verir.
assortment
assortment
i. sınıflandırma, ayırma; çeşitlilik, çeşit
Examples
Assuming you’re not vaporized, dissected……or otherwise killed in an assortment of supremely horrible and painful ways. Exciting, isn’t it?
Senin buharlaşmadığını, parçalara ayrılmadığını…yada çok acı veren, korkunç bir şekilde parçalanıp öldürülmediğini farzederek…Heyecan verici, değil mi?
A clocktower is full of an assortment of doodads and doohickies.
Saat kulelerinin içi çeşit çeşit zamazingoyla doludur.
hint
hint
f. çıtlatmak, üstü kapalı söylemek, dokundurmak, hissettirmek
i. ima, üstü kapalı söz, ipucu, dokundurma, çıtlatma, tavsiye, fikir, işaret, iz
n. subtle suggestion, intimation, clue; barely noticeable amount
v. allude to, suggest indirectly, intimate
n. hint, subtle suggestion, intimation, clue; barely noticeable amount
Examples
Nicholas doesn’t know how to take a hint.
Nicholas ipucunu nasıl alacağını bilmiyor.
Nicholas solved the puzzle after Mary gave him a few hints.
Mary ona birkaç ipucu verdikten sonra Nicholas bilmeceyi çözdü.
Swamp
swamp
f. batırmak, çiğnemek, hiçe saymak, yenmek
i. bataklık, batak, tarıma elverişsiz aşırı sulak arazi
Examples
Yes, our Bengali swamp snake. Oh thank you my dear. No, I don’t think I need your services any longer!
Evet, bizim bataklık yılanımız. Size gerçekten çok teşekkür ederim. Yardımınıza gerek kalmadı.
He dropped his tools and ran to the swamp.
Aletlerini bıraktı ve bataklığa koştu.
weary
weary
f. yormak, bıktırmak, bıkmak, usanmak
s. yorgun, bitkin, usandırıcı, bıkkın, bıkmış, yorucu, bıktırıcı
Examples
If you work or play too hard you will become very tired and weary.
Çok oynar ya da çalışırsan yorgun ve bitkin düşersin.
I could give you a rose.You rest your weary bones.What happened to you?
Sana bir gül vereyim.Sen de yorgun kemiklerini dinlendir. Sana ne oldu böyle?
ominous
ominous
s. uğursuz, meşum
Examples That sounds ominous. O uğursuz görünüyor. That sure sounds ominous. O kesinlikle uğursuz görünüyor.
swing
swing
f. savurmak, yumruk savurmak, fırlatmak, sallamak, sallandırmak, sarkıtmak, asmak, çark etmek, döndürmek, salınmak, başarmak, becermek, etkileyerek kandırmak, sapmak, dönmek, sallanmak, asılmak, asılarak idam edilmek, ipe çekilmek, yalpalamak, sendelemek
i. sallama, sallanma, salınma, salınım, ritim, tempo, ritm, sving, salıncak, esneklik, hareket alanı, dönme, dönüş, yön değiştirme, sapma
ünl. çabuk ol, defol, hızlan, yaylan
Examples
Swing music was a new form of jazz.
Swing müzik jazz’ın yeni bir formuydu.
We still have to swing by Wyndham’s before they close.
Kapanmadan önce Wyndham’a uğramamız gerekiyor.
machete
machete
i. pala
Examples
Nicholas hacked Mary’s leg off with a rusty machete.
Nicholas paslı bir pala ile Mary’nin bacağını kesti.
Tom hacked Mary’s leg off with a rusty machete.
Tom paslı bir pala ile Mary’nin bacağını kesti.
vine
vine
s. asma
i. bağ kütüğü, asma
Examples
He’s the seventh victim found in.. A vine gared stew. His parents were killed in an accident
O, bulunan 7. kurban…bağ taraflarındaki bir genelevde. Ebeveynleri bir kazada ölmüşler.
There’s a window with a big, old wisteria vine right by it
Büyük, eski, mor salkımlı bağı olan bir pencere var yanı sıra.
toss
toss
f. atmak, fırlatmak, yazı tura için atmak, çekmek (kürek), sallanmak (tekne), kıpırdanmak
i. havaya atma, fırlatma, yazı tura atma, arkaya atma
Examples Nicholas tossed another log on the fire. Nicholas ateşin üzerine bir kütük daha attı. I tossed and turned in bed all night. Bütün gece yatakta döndüm durdum.
boundary
boundary
i. sınır, hudut, limit, had
Examples
Soul has no musical geographical or racial boundaries.
Roy Ayers
Ruhun müzikal, coğrafik yada ırksal sınırları yoktur.
Nature knows no boundaries.
Doğa hiçbir sınır tanımaz.
bail
bail
f. kefaletle serbest bırakmak, kurtarmak; emanet etmek, suyunu boşaltmak (kayık)
i. kefil, kefalet, teminât; çember, kulp
Examples
The pilot bailed out before the plane crashed.
Pilot uçak yere çakılmadan önce paraşütle atladı.
Tom bailed Mary out of jail.
Tom Mary’yi kefaletle hapishaneden çıkardı.
struck down
vuruldu
shrine
shrine
i. türbe, tapınak, kutsal emanetlerın saklandığı yer
Examples
There used to be a small shrine around here.
Buralarda küçük bir tapınak vardı.
The shrine was built two hundred years ago.
Türbe iki yüz yıl önce inşa edildi.
cleric
cleric
i. papaz, rahip
relic
relic
i. kalıntı, eski eser, yadigâr, hatıra, kutsal emanet
Examples
We discovered relics of an ancient civilisation.
Eski bir uygarlıkla ilgili kalıntılar bulduk.
exquisite
exquisite
s. nazik, kibar, nefis, hassas, keskin, şiddetli, aşırı
Examples
And of course I tasted some of the most exquisite beers I drank in my life.
Tabii ki hayatımda içtiğim en seçkin biralardan bazılarının tadına baktım.
This is an exquisite little painting.
Bu enfes bir küçük tablodur.
alibi (elibay
alibi
i. suç anında başka yerde olduğu iddiası, suç mahallinden başka yerde, mazeret, gerekçe
Examples
All four of the boys didn’t have alibis.
Çocukların dördünün bahaneleri yoktu.
Nicholas doesn’t exactly have an airtight alibi.
Nicholas’ın tam olarak kaçar yolu olmayan bir mazareti yok.
stance
stance
i. duruş, durum, vaziyet
Examples
The volatile course of Turkey-EU relations, along with the perception that politicians and citizens in EU member states oppose Turkey’s membership, cause Turkish public to take a reactive stance on EU membership.
Türkiye-AB ilişkilerindeki dalgalı seyir ve AB üyesi ülkelerin siyasetçi ve vatandaşlarının Türkiye’nin üyeliğine karşı oldukları şeklindeki algı Türk kamuoyunun AB üyeliğine ilişkin tepkisel bir tutum sergilemesine neden olmaktadır.
He had a strong stance on the subject.
Konuyla ilgili güçlü bir duruşu vardı.
relief
relief
i. rahatlama, sıkıntıdan kurtulma, kurtarma, rahatlatma, çare, yardım, destek, ara verme, nöbet değiştirme, nöbeti alan kimse, hafifletme, kabartma, rölyef
Examples The medicine gave instant relief. ilaç anında rahatlattı. Everybody in the room let out a sigh of relief. Odadaki herkes rahat bir nefes verdi.
truce
truce
i. ateşkes, mütareke, ara
Examples
Now, I’d like to talk to you. I request a truce.
Şimdi seninle konuşmak istiyorum. Ateşkes istiyorum.
The enemy wanted to discuss a truce with us.
Düşman bizimle bir ateşkes görüşmesi yapmak istiyordu.
autograph
autograph
f. imzalamak, imza vermek; otograf baskı yapmak
i. kendi el yazısı, yazarın kendi el yazması; imza
Examples Could you please autograph this book? Lütfen bu kitabı imzalar mısın? Would you please autograph this book? Lütfen bu kitabı imzalar mısınız?
grin off
sırıtma
hefty
hefty
s. bol, iri yarı, çam yarması gibi, ağır, etkili
obedient
obedient
s. itaatkâr, yumuşak başlı, söz dinler, sadık
Examples
Time was when children were supposed to be obedient.
Bir zamanlar çocukların yumuşak başlı olmaları gerekirdi.
I think Tom is obedient.
Sanırım Tom itaatkar.
if I see vocabulary that I don’t know before then I research about it and I add to my flash card application
you know what is that mean
steeper
steeper
[steep] s. sarp, dik, yalçın, inanılmaz, aşırı, abartılı, fahiş
thug
thug
i. katil, haydut, eşkıya
Examples
He’s nothing more than a common thug.
O sıradan bir hayduttan başka bir şey değil.
“It must be that antique shop next door,” thought Nancy “a woman is being attacked and robbed by some thug.”
“Bu ses yan taraftaki antikacı dükkanından geliyor galiba, Eşkıyanın biri bir kadına saldırıp onu soyuyor. “
sneak up on
gizlice yaklaşmak
Examples The thief sneaked up on the house. Hırsız çaktırmadan eve yaklaştı. Don't sneak up on me like that. Bana öyle gizlice yaklaşma.
behold
behold
f. görmek, bakmak, seyretmek, dikkat etmek
ünl. işte, bak
Examples
And behold, three days before Christmas the storm abated.
Ve Noelden üç gün önce fırtına duruldu.
inscription
inscription
i. yazıt, kitabe, yazı, kayıt, ithaf
Examples
The medal had an inscription.
Madalyanın bir yazısı var.
front-line
front-line
s. cephede görevli, cephe
prodigy
prodigy
i. olağanüstü şey, mucize, harika, dahi
Examples Tom is a child prodigy. Tom harika bir çocuk. He truly is a prodigy. O, gerçekten bir dahidir.
revoke
revoke
f. yürürlükten kaldırmak, geri almak, iptal etmek, yerdeki kâğıttan oynamamak, rönons yapmak
Examples
I heard Nicholas’ membership has been revoked.
Nicholas’ın üyeliğinin iptal edildiğini duydum.
- You’ve got Lisa Davis.
- Your player card’s revoked.
- Sende Lisa Davis var.
- Senin kağıtların açık artık.
Freeloaders
freeloader
i. otlakçı, asalak, beleşçi
abuse
abuse
f. küfretmek; kötüye kullanmak, taciz etmek, suistimal etmek, kötü emellerine alet etmek, kötü davranmak; tecâvüz etmek
i. küfür; kötüye kullanma, suistimal; taciz
Examples Nicholas has a problem with drug abuse. Nicholas'ın ilacı kötü amaçla kullanma sorunu vardır. He must have abused the privilege. Ayrıcalığı kötüye kullanmıştır.
wig
wig
i. peruk, takma saç
Examples
It’ll take some time to get used to wearing a wig.
Peruk takmaya alışmak biraz zaman alacak.
How do you know she was wearing a wig, Mrs. Kato?
Peruk taktığını nereden biliyorsunuz, Bayan Kato?
avalanche
avalanche
i. çığ; heyelan
Examples
A small snowball is capable of starting an avalanche.
Küçük bir kartopu, bir çığı başlatabilir.
As soon as you contact your friends, tell them that an avalanche is coming.
Arkadaşlarınla iletişim kurar kurmaz onlara bir çığ geldiğini söyle.
slam
slam
f. çarpmak, çarparak kapatmak, çarparak koymak, veryansın etmek, sövmek, fırça atmak, yenmek, fark atmak, yerden yere vurmak, acımasızca eleştirmek
i. çarpma sesi, şelem (briç), sayı almadan biten el
ünl. bam, çat, güm
Examples Nicholas slammed the door in Mary's face. Nicholas kapıyı Mary'nin yüzüne çarptı. It wasn't me who slammed the door. Kapıyı çarparak kapatan ben değildim.
infuriating
infuriating
s. çileden çıkaran, çıldırtan, sinir bozucu
Examples He was infuriated by what she said. Onun söylediğiyle çileden çıkarıldı. His overbearing manner infuriates me. Onun küstah tavrı beni kızdırıyor.
perky
perky
s. canlı, neşeli, hoppa, arsız, şımarık
Examples
Tom looks perky.
Tom şımarık görünüyor.
whirlpool
whirlpool
i. girdap, anafor
Examples
It has a big whirlpool and a strong current.
Büyük bir girdap ve güçlü bir akıntı vardı.
stance
stance
i. duruş, durum, vaziyet
Examples
The volatile course of Turkey-EU relations, along with the perception that politicians and citizens in EU member states oppose Turkey’s membership, cause Turkish public to take a reactive stance on EU membership.
Türkiye-AB ilişkilerindeki dalgalı seyir ve AB üyesi ülkelerin siyasetçi ve vatandaşlarının Türkiye’nin üyeliğine karşı oldukları şeklindeki algı Türk kamuoyunun AB üyeliğine ilişkin tepkisel bir tutum sergilemesine neden olmaktadır.
He had a strong stance on the subject.
Konuyla ilgili güçlü bir duruşu vardı.
somehow
somehow
zf. bir türlü, her nasılsa, her nedense, nasıl olursa, bir şekilde, herhangi bir şekilde
Examples
Love is missing someone whenever you’re apart, but somehow feeling warm inside because you’re close in heart. As we are, happy Valentine’s Day sweetheart.
Aşk, uzaktayken özlesen de kalpler yakın olduğu için bir şekilde onun sıcaklığını hissetmektir. Bizimkilerin olduğu gibi, Sevgililer Günün kutlu olsun canım.
I must have it done somehow by six.
Saat altıya kadar bir şekilde onu yaptırmalıyım.
bracing
bracing
i. destekleme
s. kuvvetlendirici, canlandırıcı, zindeleştiren, temiz ve sağlıklı
Examples Brace for impact. Etkisi için destekle. Brace yourself. Kolla kendini.
run into
run into
1. -e rast gelmek. 2. -e çarpmak.
Examples Who do you think I ran into today? Bugün kimle karşılaştığımı düşünüyorsun? I just ran into her on the street. Az önce caddede ona rastladım.
head on
head on
Doğrudan, kafa kafaya, kafadan
Examples Nicholas has a good head on his shoulders. Nicholas aklı başında biridir. He fell and hit his head on the floor. Düştü ve kafasını yere vurdu.
praise
praise
f. övmek, methetmek, şükretmek
i. övme, övgü
Examples
The more you praise and celebrate your life, the more there is in life to celebrate. Happy Birthday!
Hayatına değer verip onu kutladığın ölçüde hayatta kutlayacak daha çok şeyin olur. Doğum günün kutlu olsun!
He praised the girl for her honesty.
Kızı dürüstlüğü için övdü.
nudge
nudge
f. dirseklemek, hafifçe dürtmek, dürtmek, dirsekle dürtmek
i. hafifçe dürtme
Examples He can be such a nudge. Bazen çok ikna edici olabiliyor. Tom gently nudged Mary. Tom nazikçe Mary'yi dürttü.
rage
rage
f. Öfke, kudurmak, köpürmek, sinirinden kudurmak, şiddetli olmak, şiddetli esmek
i. kudurma, hiddet, köpürme, öfke, gazap, arzu, galeyan, hırs, tutku, rağbette olan şey, moda
Examples
The Russian leaders are no like you and me These are Marxist fanatics. They’re not motivated by rage or hate.
Rus liderler senin ya da benim gibi değil. Bunlar, Marksist fanatikler. Öfke ya da nefret onları motive etmiyor.
And though the jobs are different and the missions change and the enemies have a thousand names…the one crucial thing, the one real responsibility you have, is to not let your rage and your resentment and your disgust
Gerçi işler farklı, görevler değişiyor ve düşmanların binlerce adı var…can alıcı tek nokta, tek gerçek sorumluluğun kininden, kızgınlığından, ve nefretinden vazgeçmemendir.
tough
tough
i. kabadayı, sert kimse
s. sert, sağlam, zorlu, çetin, dayanıklı, baş belâsı
Examples
My immediate boss is tough to please.
Şimdiki patronumu memnun etmek zordur.
After the eggs have been fertilised, they are deposited in tough rubbery egg cases that other creatures find poisonous.
Yumurtalar döllendikten sonra, diğer yaratıkların zehirli bulduğu sağlam kauçuk yumurta muhafazalarına yerleştirilirler.
dealt
dealt
[deal] f. ilgilenmek, meşgul olmak, uğraşmak, değinmek; iş yapmak; alışveriş etmek; dağıtmak, kâğıt dağıtmak; uyuşturucu işi yapmak; vurmak; ele almak
Examples Nicholas has trouble dealing with stress. Nicholas'ın stresle başetme sorunu var. Nicholas is very difficult to deal with. Nicholas ilgilenilmesi çok zor biridir.
turmoil
turmoil
i. gürültü, hengâme, telaş
Examples
Climate change, civil war, financial hardship, and infrastructural chaos have all caused turmoil in this country.
İklim değişimi, iç savaş, finansal zorluk ve altyapısal kaosun hepsi bu ülkede karışıklığa neden olmuştu.
The economy is in turmoil once again.
Ekonomi tekrar sarsıntıya girdi.
persistent
persistent
s. devamlı, sürekli, kalıcı, iz bırakan, inatçı, ısrarlı, ısrar eden
Examples
Depersonaliztion disorder, in brief, involves the persistent or a current experience of feeling detached. As if one was an outside observer of one’s mental processes or body.
Kişiliğini kaybetme rahatsızlığı kısaca sanki; devamlı ve tekrar eder bir şekilde birisinin aklı ve bedenini dışarıdan birisi izliyormuşçasına kendisini kopuk hissetmesiydi.
How persistent you are!
Ne kadar inatçısın!
enduring
enduring
s. sürekli, uzun süren, sabırlı, dayanıklı, baki
Examples
There are various ways of enduring the pain.
Acıya dayanmanın birçok çeşit yolu var.
I can’t endure that noise a moment longer.
Bir an bile o gürültüye tahammül edemem.
humor
humor
f. memnun etmek, hoşuna gitmek, suyuna gitmek, ayak uydurmak, alttan almak
s. Mizah, Espri
Examples Nicholas has a strange sense of humor. Nicholas garip bir mizah duygusuna sahip. She has a delightful sense of humor. Tatlı bir mizah duygusu var.
rigid
rigid
s. sert, katı, eğilmez, kaskatı, dimdik, sabit, esnemez, kesin, dik kafalı, değişmez
Examples
The frame of the machine should be rigid.
Makinenin iskeleti sert olmalı.
stale
stale
f. bayatlamak, bozulmak, eskimek, işemek (sığır)
i. çiş (at, sigir vb.), sidik (at, sigir vb.)
s. bayat, bozuk, eskimiş, tükenmiş, bitkin, yorgun, vadesi geçmiş
Examples
I haven’t had anything to eat for three days other than a stale sandwich, a rotten apple, and some spoiled yogurt.
Üç gündür, bayat bir sandviç, çürük bir elma ve biraz bozuk yoğurt dışında hiçbir şey yemedim.
This popcorn tastes stale. I wonder when it was popped.
Bu patlamış mısırların tadı bayat. Ne zaman yapıldıklarını merak ediyorum.
delicate
delicate
s. nazik, narin, ince, düşünceli, duyarlı; hassas, güvenli, ince (iş), ; lezzetli, nazlı,
Examples
That was a very delicate situation.
O çok hassas bir durumdu.
I find myself in a rather delicate situation.
Gördüğüm kadarıyla çok hassas bir durumdayım.
willing to be
olmaya istekli
moose
moose
i. amerika geyiği, kanada geyiği
Examples
Did you see a sick moose?
Sen hasta bir geyik gördün mü?
Tom had never seen a moose until he moved to Alaska.
Tom Alaska’ya taşınana kadar hiç bir geyik görmemişti.
sloth
sloth
i. tembellik, miskinlik, uyuşukluk, üşengeçlik, yakalı tembel hayvan
Examples
Sloth or laziness is one of the seven deadly sins.
Uyuşukluk ya da tembellik yedi ölümcül günahtan biridir.
The seven deadly sins are: pride, envy, greed, anger, lust, gluttony and sloth.
Yedi ölümcül günah şunlardır: kibir, kıskançlık, açgözlülük, öfke, şehvet düşkünlüğü, oburluk ve tembellik.
impale
impale
f. kazığa oturtmak, kazık sokmak
kerb
kerb
i. kaldırım kenar taşı
Examples Tom sat on the curb. Kaldırımın kenarına oturdu. I saw her walking along the kerb. Onun bordür boyunca yürüdüğünü gördüm.
breakthrough
breakthrough
i. cepheyi yarıp geçme, buluş
Examples
Most scientific breakthroughs are nothing else than the discovery of the obvious.
Bilimsel buluşların çoğu bilinenin keşfinden başka bir şey değildir.
There are no breakthroughs.
Herhangi bir yenilik yok.
boar
boar
i. domuz, erkek domuz
Examples
First you steal the boar’s forest from him and then transform him into a demon.
Önce yaban domuzunu çaldın ondan, sonra onu şeytana çevirdin.
Tom is very good friend, but he looks like a wild boar so I don’t consider him a potential love interest.
Tom çok iyi bir arkadaş fakat o bir yaban domuzuna benziyor bu yüzden onu potansiyel bir ilgi duyulan kişi olarak düşünmüyorum.
skewer
skewer
f. şişe geçirmek, şişlemek
i. şiş
Examples
Could you cook a skewer for me, please?
Bana bir şiş pişirir misin, lütfen?
stitch
stitch
f. dikiş yapmak, dikişle süslemek, ciltlemek
i. dikiş, ilmik, ilmek, giyecek, sancı, bıçak gibi saplanan acı
Examples
The bullet went too deep. No matter how much you clean it, the blood will keep coming back. I’ve to take out the bullet and stitch it back.
Kurşun çok derine girmiş. Ne kadar temizlersen temizle, kan tekrar akmaya devam edecektir. Kurşunu çıkarmak ve yeniden dikiş atmak zorundayım.
- Be careful, it hurts.
- What happened?
- I cut my eyebrow. They stitched me up. I knew it!
- Dikkatli ol, acıyor.
- Ne oldu?
- Kaşımı açtım. Bana dikiş attılar. Biliyordum!
muzzle
muzzle
f. ağızlık takmak, ağzını bağlamak
i. hayvan burnu, ağızlık (köpek), top ağzı
Examples
Why doesn’t your dog wear a muzzle?
Köpeğin neden bir ağızlık takmıyor?
appreciation
appreciation
i. zevk alma, beğenme, takdir, değerini bilme, minnettarlık, paha biçme, değerlendirme, teşekkür; idrak, anlama; değer kazanma, değerlenme
Examples
I wanted to show them my appreciation.
Minnettarlığımı onlara göstermek istedim.
May I present this to you in token of my appreciation?
Minnettarlığımın bir ifadesi olarak bunu size sunabilir miyim?
wanderer
wanderer
i. avare, göçebe, gezgin, gezginci
filth
filth
i. pislik, kir, açık saçıklık, müstehcen film, ağzı bozukluk
Examples
Smears of dirt were left on the walls, here and there were little balls of dust and filth.
Burada, duvarda bırakılmış kir izleri ve toz ve pislik topları vardı.
Yeah, yeah, like purity
or… untainted by filth.
Evet, evet, masumiyet gibi ya da…
günahla lekelenmemiş.
barefoot
barefoot
zf. yalınayak, çıplak ayakla
s. yalınayak, çıplak ayaklı
Examples
He was so startled that he ran outside barefoot.
O kadar ürkmüştü ki yalınayak dışarı koştu.
- A shapely brunette, on her way out she broke her heel. That’s her.
- She walked out barefoot. Totally classy!
- Endamlı bir kumral, yolda ayakkabı topuğunu kırdı. İşte bu o.
- Çıplak ayakla yürümüş. Çok şık!
fugitive
fugitive
i. kaçak, firari, mülteci
s. kaçak, kaçan, çabuk geçen, geçici, kısa ömürlü
Examples The fugitive crossed the river. Kaçak nehri geçti. The fugitive is armed and dangerous. Kaçak, silahlı ve tehlikelidir.
apprehend
apprehend
f. anlamak, kavramak; tutuklamak; korkuyla beklemek, endişe etmek
Examples
The criminals have all been apprehended.
Suçluların hepsi tutuklandı.
We are now doing everything in our power to apprehend and identify the gunmen. At the moment, no progress has been made.
Şu an için tetikçiyi tanımlamak ve yakalamak için elimizden gelen yapıyoruz. Henüz bir ilerleme kaydedemedik.
dig out
dig out
kazıp çıkarmak, keşfetmek, incelemek, deşmek
Examples
- I get the picture. Later i’ll have to go to the town hall and dig out the originals from the files.
- Durumu anladım. Daha sonra Belediyeye gitmem ve dosyalara dalıp orjinalleri çıkarmam gerekecek.
The boy dug out for the home.
Çocuk eve kaçtı.
snuggle
snuggle
f. kıvrılıp yatmak, kıvrılmak, sokulmak, yanına kıvrılmak, sarılıp yatmak, sarınıp yatmak, sarılmak, kucaklamak
Examples
Nicholas’ cat snuggled against his leg.
Nicholas’ın kedisi bacağına dayalı kıvrılıp yatmıştı.
Nicholas was snuggled up in bed reading a book.
Nicholas yatakta yatmış kitap okuyordu.
marvel
marvel
f. hayret etmek, şaşmak, garipsemek
i. mucize, harika, olağanüstü şey
Examples
All a woman needs is a good bath, clean clothes, and for her hair to be combed. These things she can do herself. I very seldom go to the hairdresser, but when I do, I just marvel.
Hedy Lamarr
Bir kadının tek ihtiyacı olan iyi bir banyo, temiz kıyafetler ve saçlarının taranmasıdır. Bunlar kendisinin yapabileceği şeylerdir. Ben çok nadiren kuaföre giderim fakat yaptığımda da hayrete düşerim.
The marvel is that he succeeded in the adventure.
Mücize onun macerada başarılı olmasıdır.
worthwhile
worthwhile
zf. uğraşmaya değer, zaman harcamaya değer
s. değer, zahmete değer, zamana değer
Examples It is worthwhile learning Spanish. ispanyolca öğrenmeye değer. It is worthwhile to read this book. Bu kitap okumaya değer.
vouch
vouch
f. kefil olmak, garanti etmek, tanıklık etmek, doğrulamak, onaylamak
Examples
Nicholas said that he couldn’t vouch for Mary.
Nicholas Mary için kefil olamadığını söyledi.
I can give you a copy of the report, but I can’t vouch for its accuracy.
Sana raporun bir kopyasını verebilirim ama onun doğruluğunu garanti edemem.
exquisite
exquisite
s. nazik, kibar, nefis, hassas, keskin, şiddetli, aşırı
Examples
And of course I tasted some of the most exquisite beers I drank in my life.
Tabii ki hayatımda içtiğim en seçkin biralardan bazılarının tadına baktım.
This is an exquisite little painting.
Bu enfes bir küçük tablodur.
avain
avian
kuslara ait
excavation
excavation
i. kazma, hafriyat, kazı, çukur, oyuk
Examples
Human remains were found during the excavation.
Kazı sırasında insan kalıntıları bulundu.
mankind
mankind
i. insan soyu, insanlık, erkekler, insanoğlu, insanlar
Examples
He thought mankind would use the power of the crystal for destruction. But look around you. The Heart of Atlantis has let us rebuild our city.
O, kristalın gücünü insanlar tahrip için kullanacaklarını düşünmüş. Ama etrafına bak. Atlantis’in Kalbi bize sehrimizi yeniden inşa etmemize yardımcı oldu.
We remind them that they were created to serve mankind, not to govern it.
Onlara, insanoğluna hükmetmek için değil, hizmet etmek için yaratıldıklarını hatırlatıyoruz.
vast
vast
i. büyük boşluk
s. geniş, çok, çok büyük, uçsuz bucaksız, dünya kadar
Examples
They crossed the vast continent on foot.
Onlar yürüyerek büyük kıtayı geçtiler.
You mean to say.. you’re leaving your vast fortune to Edgar? Everything you possess? Stocks and bonds ?
Yani…büyük servetini Edgar’a bıraktığını söylemek istiyorsun? Sahip olduğun her şeyi. Hisse senetlerini ve bonoları?
vain
vain
s. boş, faydasız, gururlu, nafile, abes, anlamsız, beyhude, kendini beğenmiş, kibirli
Examples We protested but it was in vain. Karşı çıktık ama boşunaydı. Dick tried in vain to solve the problem. Dick problemi çözmek için boşuna çalıştı.
once for all
once for all
ilk ve son olarak
Examples
I told him, once for all, that I would not marry him.
Onunla evlenmeyeceğimi ona ilk ve son defa söyledim.
thriller
thriller
i. heyecanlı hikâye, heyecanlı oyun, Gerilim
Examples
In a thriller, the camera’s an active narrator, or can be.
John McTiernan
Bir gerilim filminde kamera aktif bir hikayecidir, yada olabilir.
Our new serial thriller begins at 7.30 this evening.
Bizim yeni polisiye dizimiz bu akşam saat 7.30’da başlıyor.
uprooted
uproot
f. kökünden sökmek, uzaklaştırmak, kökünü kazımak
Examples
The white poplar was uprooted.
Beyaz kavak sökülmüştü.
The windstorm blew away roofs and uprooted many trees.
Kasırga çatıları uçurdu ve birçok ağacı kökünden söktü.
crabby
crabby
s. aksi, huysuz, darmadağın, karman çorman
sleeveless
sleeveless
s. kolsuz (elbise)
Examples
Mary was wearing a sleeveless summer dress.
Mary kolsuz bir yazlık elbise giyiyordu.
rags
rags
i. eski püskü giysiler
Examples
She used a damp rag to wipe off the dust.
Tozu silmek için nemli bir bez kullandı.
Nicholas cleaned the top of the table with a wet rag.
Nicholas masanın üstünü ıslak bir bez ile temizledi.
outcast
outcast
i. serseri, kimsesiz tip
s. toplumdan kovulmuş, serseri, kimsesiz
Examples I don't want to be an outcast. Bir serseri olmak istemiyorum. Tom is an outcast. Tom toplumdan dışlanmış biri.
faint
faint
f. bayılmak, bitkin düşmek, hali kalmamak
i. bayılma, baygınlık
s. baygın, bitkin, halsiz, bir parça, zayıf, soluk, sönük, uçuk, belli belirsiz, ürkek, korkak, çekingen, cesaretsiz
Examples The sound of shouting grew faint. Bağırma sesi giderek zayıfladı. She felt faint at the sight of blood. Kanı görünce bayılacak gibi hissetti.
fuzzball
tüy yumağı
feat
feat
i. kahramanlık, yiğitlik, başarı, verim, beceri, beceriklilik, ustalık, üstün başarı
Examples
One of the feats he told about was a leap he had made in a city Called Rhodes.
Onun bahsettiği kahramanlıklardan biri Rhodes denilen bir şehirde yaptığı bir atlamaydı.
Food gives life, life gives strength and strength gives great feats.
Yiyecek hayat verir, hayat güç verir ve güç büyük başarılar verir.
ingenuity
ingenuity
i. marifet, ustalık, beceri, hüner, yaratıcılık
Examples
I admire their ingenuity.
Onların marifetine hayranım.
The talented finance minister’s ingenuity has helped his bankrupt nation to get out of the red.
Yetenekli maliye bakanının yaratıcılığı batmış ulusunun kurtulması için yardımcı oldu.
impervious
impervious
s. geçirmez, su geçirmez, etkilenmez, dayanıklı, vurdumduymaz
penetrate
penetrate
f. içine girmek, arasından geçmek, sokulmak, işlemek, içyüzünü anlamak, nüfuz etmek
Examples
When the virus penetrates, the victim becomes dizzy and begins to experience an itching rash.
Virüs içine girdiğinde, kurban sersemler ve kaşındıran döküntüyle karşılaşmaya başlar.
It starts with a slight fever, dryness of the throat. When the virus penetrates, the victim becomes dizzy and begins to experience hallucinations.
Hafif bir ateşle ve boğaz kuruluğu ile başlıyor. Virüs yayıldıkça, kurban sersemliyor ve halüsülasyonlar görmeye başlıyor.
expunge
expunge
f. silmek, çıkarmak