book 13 Flashcards
tease
tease
f. takılmak, sataşmak, kızdırmak, ditmek, kabartmak (kumaş)
i. baş belâsı, takılan kimse, kızdırıp kimse
Examples
I can’t stand to see animals be teased.
Hayvanların kızdırıldığını görmeye dayanamıyorum.
You’re from the country, right? You’ve been teased a lot? What did your father do?
Taşralısın değil mi? Çok alay edildin mi? Baban ne yapardı?
dreary
dreary
s. kederli, hüzünlü, ümitsiz, sıkıntılı, kasvetli, iç karartıcı; budala, ahmak
Examples
A dreary landscape spread out for miles in all directions.
Kasvetli bir manzara her yöne millerce yayıldı.
It’s a dreary place.
O kasvetli bir yerdir.
lay off
lay off
işten çıkarmak, geçici olarak uzaklaştırmak, ara vermek, kesmek, bırakmak, rahat bırakmak, bitmek, bir kenara koymak
Examples The company laid off five people. Firma beş kişiyi kovdu. Suddenly 100 workers were laid off. Birdenbire 100 işçi işten çıkarıldı.
petition
petition
f. dilekçe vermek, rica etmek, istirham etmek
i. talep, rica, istirham, dilek, dilekçe
Examples He signed the petition. Dilekçeyi imzaladı. Tom signed the petition. Tom dilekçeyi imzaladı.
fornication
fornication
i. zina, evlilik dışı ilişki
infatuated
infatuated
s. karasevdalı, delicesine aşık, aklı başından gitmiş
Examples She became infatuated with a German soccer player. O bir Alman futbol oyuncusuna âşık oldu. He is infatuated with Alice. O Alice'e delicesine âşık.
glow
glow
f. kızarmak, kıpkırmızı olmak, korlaşmak, kızıllaşmak, coşmak, yanmak, parlamak
i. kızarma, kızgınlık, parıltı, coşku, heyecan, hırs, şevk, ihtiras
Examples
It may seem dull but in another light, it will glow like a star. Look how it sparkles!
Sıkıcı gibi görünebilir ama başka bir ışıkta bir yıldız gibi parlar. Nasıl ışıldadığına bir bak!
The poet paints the simple country life in glowing colours.
Şair basit köy yaşamını renklendirerek anlatır.
sanctuary
sanctuary
i. sığınak, barınak, mabet, tapınak, sığınma, koruma alanı
Examples
For instance, the word, sanctuary, could mean anything from accomodations in an idylic tropical setting, to, say, a lifetimes incarceration in one of this planets more unpleasant penal facilities.
Örneğin, mültecilik kelimesi aşırı sıcak ortamın olduğu kalacak herhangi bir yer ya da daha sıkıcı hapishanelerin olduğu gezegenlerden birinde ömürboyu hapisi içerebilir.
This is a bird sanctuary.
Bu bir kuş barınağı.
soak
soak
Emmek
f. ıslanmak, sırılsıklam olmak, banmak, ıslatmak, suya sokmak, demlemek (çay), emmek, çekmek, çok içmek, sarhoş olmak, kazıklamak, yumruk atmak
Examples
Minds are like flowers. If you let it sit there without soaking anything up, it will dry up.
Ken Hill
Zihinler çiçekler gibidir. Hiçbir şeyi emmeden orada oturmasına izin verirseniz, kuruyacaktır.
- The plants that live close to the ground now make haste to sprout and flower and soak up the spring sunshine before the trees above produce their own leaves.
- Ağaçlardan önce filizlenip çiçeklenmeye, açmaya ve güneş ışığını emmeye acele eden, yere yakın büyüyen bitkiler, kendi yapraklarını verirler.
heartfelt
heartfelt
s. yürekten, içten, samimi, candan, içten gelen
Examples
You’re not trying to have a heartfelt talk One of my greatest annoyances is when……people try to talk to those who can’t hear them.
Yürekten konuşmaya çalışmıyorsun. En büyük kızgınlıklarımdan biri insanların onları işitemeyen kişilerle konuşmaya çalıştıkları zamandır.
Heartfelt condolences in your great loss
Büyük kaybınız dolayısıyla içten taziyelerimi sunarım.
harness
harness
f. koşum takmak, koşmak, kullanmak
i. koşum, koşum takımı, emniyet kemeri, kayış takımı, üniforma, zırh
Examples
So, after breakfast, I got the keys from Perkins’s brother-in-law (a whip and harness maker, who keeps the Post Office, and is under submission to a most rigorous wife of the Doubly Seceding Little Emmanuel persuasion), and went up to the house, attended by my landlord and by Ikey.
Böylece, kahvaltıdan sonra, Perkins’in kırbaç ve koşum takımı üreten, postaneyi işleten ve bu arada da ikna yeteneği güçlü, sert mizaçlı karısına boyun eğmek durumunda olan kayınbiraderinden evin anahtarlarını aldım ve han sahibiyle Ikey’in eşliğinde eve gittim.
Harnessing the power of the tides could be very helpful to coastal communities.
Gelgitin gücünü kullanmak kıyı topluluklarına çok
stick up
stick up
soymak, silâhlı soygun yapmak, dik durmak, dikilmek
Examples
Nicholas thinks Mary is really stuck up.
Nicholas Mary’nin gerçekten sıkışmış olduğunu düşünüyor.
Everybody I know thinks Nicholas is stuck up.
Tanıdığım herkes Nicholas’ın kibirli olduğunu düşünüyor.
outshine
outshine
f. gölgede bırakmak, daha çok parlamak, öne çıkmak
Examples
At new moon, the Moon is lined up between the Earth and the Sun. We see the side of the Moon that is not being lit by the Sun. In other words, we see no Moon at all, because the brightness of the Sun outshines the dim Moon!
Yeni ayda, ay dünya ve güneş arasında dizilmiştir.Biz ayın güneş tarafından aydınlatılmayan tarafını görürüz. Başka bir deyişle güneşin parlaklığı loş ayı parlattığı için biz ayı hiç görmeyiz
elocution
elocution
i. diksiyon, konuşma sanatı, hitabet
carnation
carnation
i. karanfil, pembe
Examples
I gave my mother carnations on Mother’s Day.
Anneler gününde anneme karanfiller verdim.
The tall man wore a pink carnation in his lapel.
Uzun boylu adam yakasına pembe bir karanfil
abdicate
abdicate
f. tahttan çekilmek; el çekmek, bırakmak, vazgeçmek
Examples
It seems our crew have abdicated along with everybody else.
Görünen o ki personelimiz görevlerinden çekilmişler, aynı diğerleri gibi.
Look, all I know is, they’re very powerful, and they think that Washington abdicated its duty to protect the planet, maybe even caused the problem in the first place.
Tek bildiğim çok güçlü oldukları. Ve Washington’un dünyayı koruma görevini yerine getiremediğini düşünüyorlar. Hatta sorun bile yarattığını.
overstep
overstep
f. aşmak (sınır), tecâvüz etmek (sınır)
Examples Aren't you overstepping the mark there? Oradaki işareti aşmıyor musun? She has overstepped her authority. O, yetkisini aştı.
continuity
continuity
i. devamlılık, süreklilik, akıcılık; mantıksal bağ; senaryo, program metni; kolay anlaşılan şey
bear up
bear up
yardım etmek, destek olmak, dayanmak, neşelenmek
withhold
withhold
f. alıkoymak, tutmak, vermemek, esirgemek
Examples I think she is withholding information from the police. Bence polisten bilgi saklıyor. Tom withheld some important information. Tom bazı önemli bilgiyi sakladı.
discharged
discharged
[discharge] f. ateşlemek, ateş etmek; deşarj etmek, boşaltmak, boşalmak; görevden almak, işten atmak, tahliye etmek, işten kovmak, atmak, terhis etmek; taburcu etmek; serbest bırakmak; muaf tutmak; ödemek, yerine getirmek; akmak; iltihap çıkmak
Examples I have a discharge from my left ear. Benim sol kulağımda bir akıntı var. The patient was discharged from hospital. Hasta hastaneden taburcu edildi.
allegiance
allegiance
i. sadakât, bağlılık
my first words must be to declare my allegiance to him.
impel
impel
f. itmek, harekete geçirmek, yöneltmek, zorlamak
renounce
renounce
f. vazgeçmek, bırakmak, feragat etmek, reddetmek, tanımamak, başka renk kâğıt oynamak
Examples Michael Francis Rizzi, do you renounce Satan? Michael Francis Rizzi, Şeytanı reddediyor musun? He renounced smoking and drinking. O, sigara ve içki içmekten vazgeçti.
burden
burden
f. yüklemek, sırtına yüklemek
i. nakarat, ana fikir, yük, sorumluluk, zorunluluk, yük taşıma, tonaj (gemi)
Examples They were burdened with heavy taxes. Ağır vergi yükü altındaydılar. I am afraid I'll be a burden to you. Ben sana bir yük olmaktan korkuyorum.
forthwith
forthwith
zf. hemen, derhal
Examples
the ranks and commissions are forthwith transferred to the infantry.
erat ve görev belgeleri, bir an önce piyade ordusuna ulaştırılacaktır.
dispatch
dispatch
f. göndermek, sevketmek, yollamak; halletmek; yalayıp yutmak; silip süpürmek; öldürmek, idam etmek; telgraf çekmek
i. yollama, sevk; acele, hız; mesaj, telgraf çekme; öldürme, idam; harekât raporu
Examples
United Nations Health Organization has dispatched a delegation of 4 international scientists on a field trip to the desert of Anatolia to find out what might have gone wrong.
Birleşmiş Milletler Sağlık Örgütü dört uluslararası bilim adamından oluşan bir delegasyonu, sorunun ne olduğunu bulmak üzere Anadolu çölüne bir saha gezisine gönderdi.
Excuse me, sir. An urgent dispatch for you. The enemy has broken the line in the vicinity of Coutance.
Pardon efendim. Sizin için acil bir haber var. Countance’nin yakınlarında düşmanlar sınırı geçmişler.
deserter
deserter
i. asker kaçağı; firari, kaçak, dönek; din değiştiren kimse
Examples
They were deserters.
Onlar asker kaçağıydı.
precision
precision
s. hassas, ince
i. kesinlik, tamlık, doğruluk, dakiklik, hassasiyet [müh.]
Examples
The precision with which you disposed of your husband…
İncelikle kocanızdan - Lord de Winter’dan - kurtulmanız…
Precision is not prissy. Precision is the foundation of passion.
Kesinlik titizlik değildir. Kesinlik duygusu tutkunun temelidir.
vanity
vanity
i. değersizlik, boşunalık, kurum, gösteriş, gurur, hava, kibir, makyaj masası
Examples Pampered vanity is a better thing perhaps than starved pride. Joanna Baillie Şımartılmış gurur belkide aç bırakılarak boyun eğdirilmiş kibirden daha iyi bir şeydir. - You're crazy. - Vanity looked fine in 'Last Dragon'. - Delisin sen. - ''Last Dragon''da daha iyiydi.
fever
fever
f. ateşlenmek, yanıp tutuşmak
i. ateş, humma, hararet, heyecan, telaş
Examples I caught a cold and I have a fever. Üşüttüm ve ateşim var. He seems to have a touch of fever. Hafiften ateşi var gibi.
remedy
remedy
f. tedavi etmek, iyileştirmek, çare bulmak, çözüm getirmek, düzeltmek, onarmak
i. ilaç, tedavi, deva, çare, derman, çözüm
Examples
What is the best remedy for colds?
Soğuk algınlıkları için en iyi ilaç nedir?
Hot lemon with honey is a good remedy for colds.
Ballı sıcak limon soğuk algınlığı için iyi bir ilaçtır.
pesky
pesky
s. belâlı, sinir bozucu, rahatsız edici
excrete
excrete
f. çıkarmak, boşaltmak, salgılamak
elude
elude
f. kurtulmak, kaçamak yapmak, sıyrılmak, kaçınmak, anlayamamak, aklına gelmemek, çağrıştırmamak
Examples
Dan eluded police for almost two years.
Dan neredeyse iki yıl boyunca polisi atlatmış.
futile
futile
s. boş, nafile, beyhude
Examples It isn't futile to go to university. Üniversiteye gitmek beyhude değildir. It's futile. Bu beyhude.
testimonial
testimonial
i. bonservis, takdirnâme, başarı belgesi
stirring
stirring
s. karıştırma, karıştıran, heyecanlandırıcı, heyecan verici, olaylı, renkli, coşkulu
Examples He's here trying to stir up trouble. O burada karışıklık çıkarmaya çalışıyor. Something was stirring in the dark. Karanlıkta bir şey kıpırdıyordu.
woven
woven
s. dokunmuş, dokuma, örülmüş
Examples My grandmother likes to weave things. Büyük annem giysiler örmeyi seviyor. Basket weaving is a dying art. Sepet dokuma ölen bir sanattır.
teasing
teasing
s. muzip
i. alay, muziplik, takılma
Examples
I can’t stand to see animals be teased.
Hayvanların kızdırıldığını görmeye dayanamıyorum.
You’re from the country, right? You’ve been teased a lot? What did your father do?
Taşralısın değil mi? Çok alay edildin mi? Baban ne yapardı?