book 13 Flashcards
tease
tease
f. takılmak, sataşmak, kızdırmak, ditmek, kabartmak (kumaş)
i. baş belâsı, takılan kimse, kızdırıp kimse
Examples
I can’t stand to see animals be teased.
Hayvanların kızdırıldığını görmeye dayanamıyorum.
You’re from the country, right? You’ve been teased a lot? What did your father do?
Taşralısın değil mi? Çok alay edildin mi? Baban ne yapardı?
dreary
dreary
s. kederli, hüzünlü, ümitsiz, sıkıntılı, kasvetli, iç karartıcı; budala, ahmak
Examples
A dreary landscape spread out for miles in all directions.
Kasvetli bir manzara her yöne millerce yayıldı.
It’s a dreary place.
O kasvetli bir yerdir.
lay off
lay off
işten çıkarmak, geçici olarak uzaklaştırmak, ara vermek, kesmek, bırakmak, rahat bırakmak, bitmek, bir kenara koymak
Examples The company laid off five people. Firma beş kişiyi kovdu. Suddenly 100 workers were laid off. Birdenbire 100 işçi işten çıkarıldı.
petition
petition
f. dilekçe vermek, rica etmek, istirham etmek
i. talep, rica, istirham, dilek, dilekçe
Examples He signed the petition. Dilekçeyi imzaladı. Tom signed the petition. Tom dilekçeyi imzaladı.
fornication
fornication
i. zina, evlilik dışı ilişki
infatuated
infatuated
s. karasevdalı, delicesine aşık, aklı başından gitmiş
Examples She became infatuated with a German soccer player. O bir Alman futbol oyuncusuna âşık oldu. He is infatuated with Alice. O Alice'e delicesine âşık.
glow
glow
f. kızarmak, kıpkırmızı olmak, korlaşmak, kızıllaşmak, coşmak, yanmak, parlamak
i. kızarma, kızgınlık, parıltı, coşku, heyecan, hırs, şevk, ihtiras
Examples
It may seem dull but in another light, it will glow like a star. Look how it sparkles!
Sıkıcı gibi görünebilir ama başka bir ışıkta bir yıldız gibi parlar. Nasıl ışıldadığına bir bak!
The poet paints the simple country life in glowing colours.
Şair basit köy yaşamını renklendirerek anlatır.
sanctuary
sanctuary
i. sığınak, barınak, mabet, tapınak, sığınma, koruma alanı
Examples
For instance, the word, sanctuary, could mean anything from accomodations in an idylic tropical setting, to, say, a lifetimes incarceration in one of this planets more unpleasant penal facilities.
Örneğin, mültecilik kelimesi aşırı sıcak ortamın olduğu kalacak herhangi bir yer ya da daha sıkıcı hapishanelerin olduğu gezegenlerden birinde ömürboyu hapisi içerebilir.
This is a bird sanctuary.
Bu bir kuş barınağı.
soak
soak
Emmek
f. ıslanmak, sırılsıklam olmak, banmak, ıslatmak, suya sokmak, demlemek (çay), emmek, çekmek, çok içmek, sarhoş olmak, kazıklamak, yumruk atmak
Examples
Minds are like flowers. If you let it sit there without soaking anything up, it will dry up.
Ken Hill
Zihinler çiçekler gibidir. Hiçbir şeyi emmeden orada oturmasına izin verirseniz, kuruyacaktır.
- The plants that live close to the ground now make haste to sprout and flower and soak up the spring sunshine before the trees above produce their own leaves.
- Ağaçlardan önce filizlenip çiçeklenmeye, açmaya ve güneş ışığını emmeye acele eden, yere yakın büyüyen bitkiler, kendi yapraklarını verirler.
heartfelt
heartfelt
s. yürekten, içten, samimi, candan, içten gelen
Examples
You’re not trying to have a heartfelt talk One of my greatest annoyances is when……people try to talk to those who can’t hear them.
Yürekten konuşmaya çalışmıyorsun. En büyük kızgınlıklarımdan biri insanların onları işitemeyen kişilerle konuşmaya çalıştıkları zamandır.
Heartfelt condolences in your great loss
Büyük kaybınız dolayısıyla içten taziyelerimi sunarım.
harness
harness
f. koşum takmak, koşmak, kullanmak
i. koşum, koşum takımı, emniyet kemeri, kayış takımı, üniforma, zırh
Examples
So, after breakfast, I got the keys from Perkins’s brother-in-law (a whip and harness maker, who keeps the Post Office, and is under submission to a most rigorous wife of the Doubly Seceding Little Emmanuel persuasion), and went up to the house, attended by my landlord and by Ikey.
Böylece, kahvaltıdan sonra, Perkins’in kırbaç ve koşum takımı üreten, postaneyi işleten ve bu arada da ikna yeteneği güçlü, sert mizaçlı karısına boyun eğmek durumunda olan kayınbiraderinden evin anahtarlarını aldım ve han sahibiyle Ikey’in eşliğinde eve gittim.
Harnessing the power of the tides could be very helpful to coastal communities.
Gelgitin gücünü kullanmak kıyı topluluklarına çok
stick up
stick up
soymak, silâhlı soygun yapmak, dik durmak, dikilmek
Examples
Nicholas thinks Mary is really stuck up.
Nicholas Mary’nin gerçekten sıkışmış olduğunu düşünüyor.
Everybody I know thinks Nicholas is stuck up.
Tanıdığım herkes Nicholas’ın kibirli olduğunu düşünüyor.
outshine
outshine
f. gölgede bırakmak, daha çok parlamak, öne çıkmak
Examples
At new moon, the Moon is lined up between the Earth and the Sun. We see the side of the Moon that is not being lit by the Sun. In other words, we see no Moon at all, because the brightness of the Sun outshines the dim Moon!
Yeni ayda, ay dünya ve güneş arasında dizilmiştir.Biz ayın güneş tarafından aydınlatılmayan tarafını görürüz. Başka bir deyişle güneşin parlaklığı loş ayı parlattığı için biz ayı hiç görmeyiz
elocution
elocution
i. diksiyon, konuşma sanatı, hitabet
carnation
carnation
i. karanfil, pembe
Examples
I gave my mother carnations on Mother’s Day.
Anneler gününde anneme karanfiller verdim.
The tall man wore a pink carnation in his lapel.
Uzun boylu adam yakasına pembe bir karanfil
abdicate
abdicate
f. tahttan çekilmek; el çekmek, bırakmak, vazgeçmek
Examples
It seems our crew have abdicated along with everybody else.
Görünen o ki personelimiz görevlerinden çekilmişler, aynı diğerleri gibi.
Look, all I know is, they’re very powerful, and they think that Washington abdicated its duty to protect the planet, maybe even caused the problem in the first place.
Tek bildiğim çok güçlü oldukları. Ve Washington’un dünyayı koruma görevini yerine getiremediğini düşünüyorlar. Hatta sorun bile yarattığını.
overstep
overstep
f. aşmak (sınır), tecâvüz etmek (sınır)
Examples Aren't you overstepping the mark there? Oradaki işareti aşmıyor musun? She has overstepped her authority. O, yetkisini aştı.
continuity
continuity
i. devamlılık, süreklilik, akıcılık; mantıksal bağ; senaryo, program metni; kolay anlaşılan şey
bear up
bear up
yardım etmek, destek olmak, dayanmak, neşelenmek
withhold
withhold
f. alıkoymak, tutmak, vermemek, esirgemek
Examples I think she is withholding information from the police. Bence polisten bilgi saklıyor. Tom withheld some important information. Tom bazı önemli bilgiyi sakladı.
discharged
discharged
[discharge] f. ateşlemek, ateş etmek; deşarj etmek, boşaltmak, boşalmak; görevden almak, işten atmak, tahliye etmek, işten kovmak, atmak, terhis etmek; taburcu etmek; serbest bırakmak; muaf tutmak; ödemek, yerine getirmek; akmak; iltihap çıkmak
Examples I have a discharge from my left ear. Benim sol kulağımda bir akıntı var. The patient was discharged from hospital. Hasta hastaneden taburcu edildi.
allegiance
allegiance
i. sadakât, bağlılık
my first words must be to declare my allegiance to him.
impel
impel
f. itmek, harekete geçirmek, yöneltmek, zorlamak
renounce
renounce
f. vazgeçmek, bırakmak, feragat etmek, reddetmek, tanımamak, başka renk kâğıt oynamak
Examples Michael Francis Rizzi, do you renounce Satan? Michael Francis Rizzi, Şeytanı reddediyor musun? He renounced smoking and drinking. O, sigara ve içki içmekten vazgeçti.
burden
burden
f. yüklemek, sırtına yüklemek
i. nakarat, ana fikir, yük, sorumluluk, zorunluluk, yük taşıma, tonaj (gemi)
Examples They were burdened with heavy taxes. Ağır vergi yükü altındaydılar. I am afraid I'll be a burden to you. Ben sana bir yük olmaktan korkuyorum.
forthwith
forthwith
zf. hemen, derhal
Examples
the ranks and commissions are forthwith transferred to the infantry.
erat ve görev belgeleri, bir an önce piyade ordusuna ulaştırılacaktır.
dispatch
dispatch
f. göndermek, sevketmek, yollamak; halletmek; yalayıp yutmak; silip süpürmek; öldürmek, idam etmek; telgraf çekmek
i. yollama, sevk; acele, hız; mesaj, telgraf çekme; öldürme, idam; harekât raporu
Examples
United Nations Health Organization has dispatched a delegation of 4 international scientists on a field trip to the desert of Anatolia to find out what might have gone wrong.
Birleşmiş Milletler Sağlık Örgütü dört uluslararası bilim adamından oluşan bir delegasyonu, sorunun ne olduğunu bulmak üzere Anadolu çölüne bir saha gezisine gönderdi.
Excuse me, sir. An urgent dispatch for you. The enemy has broken the line in the vicinity of Coutance.
Pardon efendim. Sizin için acil bir haber var. Countance’nin yakınlarında düşmanlar sınırı geçmişler.
deserter
deserter
i. asker kaçağı; firari, kaçak, dönek; din değiştiren kimse
Examples
They were deserters.
Onlar asker kaçağıydı.
precision
precision
s. hassas, ince
i. kesinlik, tamlık, doğruluk, dakiklik, hassasiyet [müh.]
Examples
The precision with which you disposed of your husband…
İncelikle kocanızdan - Lord de Winter’dan - kurtulmanız…
Precision is not prissy. Precision is the foundation of passion.
Kesinlik titizlik değildir. Kesinlik duygusu tutkunun temelidir.
vanity
vanity
i. değersizlik, boşunalık, kurum, gösteriş, gurur, hava, kibir, makyaj masası
Examples Pampered vanity is a better thing perhaps than starved pride. Joanna Baillie Şımartılmış gurur belkide aç bırakılarak boyun eğdirilmiş kibirden daha iyi bir şeydir. - You're crazy. - Vanity looked fine in 'Last Dragon'. - Delisin sen. - ''Last Dragon''da daha iyiydi.
fever
fever
f. ateşlenmek, yanıp tutuşmak
i. ateş, humma, hararet, heyecan, telaş
Examples I caught a cold and I have a fever. Üşüttüm ve ateşim var. He seems to have a touch of fever. Hafiften ateşi var gibi.
remedy
remedy
f. tedavi etmek, iyileştirmek, çare bulmak, çözüm getirmek, düzeltmek, onarmak
i. ilaç, tedavi, deva, çare, derman, çözüm
Examples
What is the best remedy for colds?
Soğuk algınlıkları için en iyi ilaç nedir?
Hot lemon with honey is a good remedy for colds.
Ballı sıcak limon soğuk algınlığı için iyi bir ilaçtır.
pesky
pesky
s. belâlı, sinir bozucu, rahatsız edici
excrete
excrete
f. çıkarmak, boşaltmak, salgılamak
elude
elude
f. kurtulmak, kaçamak yapmak, sıyrılmak, kaçınmak, anlayamamak, aklına gelmemek, çağrıştırmamak
Examples
Dan eluded police for almost two years.
Dan neredeyse iki yıl boyunca polisi atlatmış.
futile
futile
s. boş, nafile, beyhude
Examples It isn't futile to go to university. Üniversiteye gitmek beyhude değildir. It's futile. Bu beyhude.
testimonial
testimonial
i. bonservis, takdirnâme, başarı belgesi
stirring
stirring
s. karıştırma, karıştıran, heyecanlandırıcı, heyecan verici, olaylı, renkli, coşkulu
Examples He's here trying to stir up trouble. O burada karışıklık çıkarmaya çalışıyor. Something was stirring in the dark. Karanlıkta bir şey kıpırdıyordu.
woven
woven
s. dokunmuş, dokuma, örülmüş
Examples My grandmother likes to weave things. Büyük annem giysiler örmeyi seviyor. Basket weaving is a dying art. Sepet dokuma ölen bir sanattır.
teasing
teasing
s. muzip
i. alay, muziplik, takılma
Examples
I can’t stand to see animals be teased.
Hayvanların kızdırıldığını görmeye dayanamıyorum.
You’re from the country, right? You’ve been teased a lot? What did your father do?
Taşralısın değil mi? Çok alay edildin mi? Baban ne yapardı?
anguish
anguish
i. acı, ızdırap
Examples
For every one of these anxious anguished people who’ve come here.. …there must be hundreds more touched by the vision who never made it here. Simply because they never watch the television.
Buraya gelen tüm kaygı dolu, ıstırap içindeki insanlar…Bu görüşe ulaşmış, ama buraya gelmeyi başaramamış daha yüzlerce insan olmalı. Bunun nedeni, sadece, hiç televizyon seyretmiyor olmaları.
He hid his anguish with a smile.
O bir tebessümle acısını sakladı.
self-inflicted
self-inflicted
s. kendi kendine olan, kendisine yapılan
Examples
Tom died from a self-inflicted gunshot wound to the head.
Tom kafaya kendi açtığı kurşun yarasından öldü.
Do you really think Tom’s wounds are self-inflicted?
Tom’un yaralarının kendi kendine olduğunu düşünüyor musun?
hoax
hoax
f. işletmek, oyun etmek, sazanlamak
i. muziplik, sazanlama, oyun, işletme, kafese koyma
Examples
Well, I thought over the matter all day, and by evening I was in low spirits again; for I had quite persuaded myself that the whole affair must be some great hoax or fraud, though what its object might be I could not imagine.
Pekala, mesele üzerinde bütün gün düşündüm ve akşama doğru tekrar içim karardı;kendimi oldukça ikna etmiştim, bütün iş muhteşem bir kafesleme yada dolandırıcılık olmalıydı, onun konusunun ne olabileceğini düşündüm, hayal edemedim.
It could be a hoax.
Bu bir aldatmaca olabilir.
dormant
dormant
s. uyku halinde, uyuyan, hareketsiz, uyuşuk; keşfedilmemiş
Examples
Mt. Asama is now dormant.
Asama yanardağı şu an hareketsiz.
subtle
subtle
s. hoş, tatlı, ince, incelikli, çözümü zor, zeki, zekice, ustaca yapılmış
Examples
There’s a subtle difference in meaning between the two words.
iki sözcük arasında anlamda ince bir fark var.
A very subtle difference can make the picture or not.
Annie Leibovitz
Çok ince bir fark resmi çizebilir yada çizemez.
aloof
aloof
s. soğuk, ilgisiz
zf. uzakta, uzak, ayrı
Examples She always stands aloof from everyone else. O herkesten uzak durur. He always stands aloof from the masses. O her zaman kitlelerden uzak duruyor.
stalk
stalk
f. sessizce yaklaşmak, gizlice sokulmak, kol gezmek, sinsice izlemek, ağır adımlarla yürümek, azametle yürümek, sarmak (hayaletler vb.)
i. sap, yaprak sapı, tüy sapı, kadeh ayağı, gizlice sokulma, azametli yürüyüş
Examples
For lunch the Country Mouse served wheat stalks, roots, and acorns, with a dash of cold water for drink.
Öğle yemeği için tarla faresi buğday sapları, kökler ve meşe palamutları, beraberinde içecek olarak bir yudum soğuk su servisi yaptı.
- It looks like an accident.
- It had nothing to do with us. Someone stalked those two reporters opened fire and hit my car, … even attempting to burn them to death.
- Kaza gibi görünüyor.
- Bizimle hiç ilgisi yok. Birisi şu iki muhabii takip etti, atş yaktı ve benim arabama çarptı… onları yakarak öldürmeye bile kalktılar.
prattling
prattling
[prattle] f. gevezelik etmek, çene çalmak, çocuk gibi konuşmak
glider
glider
i. planör, kayık, tekne, planör pilotu, kayakçı
Examples
The glider soared high into the air.
Planör havaya yükseldi.
sacred
sacred
s. kutsal, mübarek, mukaddes, dinsel
Examples
There is no more sacred contract than the bond of marriage. And no more spiritual union than that between a man and a woman.
Evlilik sözleşmesinden daha kutsal bir anlaşma yoktur. Ayrıca bir erkek ve kadın arasındakinden daha manevi bir birleşme yoktur
-Do you understand ?
-No, but understanding is not required. Only obedience.
-Good! Your arrival is well-timed. We are displaying our rituals, our religions and our sacred days.
-Anlıyor musun?
-Hayır ama anlayış gerekmiyor. Sadece itaat.
-Ala! Geliş zamanın harika. Rituellerimizi, dinlerimizi ve kutsal günlerimizi tanıtıyoruz.
stumble across
stumble across
rastlamak, tesadüfen bulmak
contraption
contraption
i. acayip alet, mekanizma
Examples
What do you call that contraption?
Bu alete ne diyorsunuz?
pulley
pulley
i. makara, palanga, kasnak
Examples
He drew his water, which was excellent, from a very deep natural well, above which he had set up a very simple pulley block.
O, mükemmel olan çok derin doğal bir kuyudan suyunu çekti, bunun üzerine çok basit bir kasnak bloğu kurdu.
The river is six miles deep in some areas and the only way to cross it is using a pulley and a rope.
Nehir bazı bölgelerde altı mil derinliğinde ve onu geçmenin tek yolu bir kasnak ve bir ip kullanmak.
notch
notch
f. çentmek, diş diş yapmak, çetelesini tutmak, çentiklemek
i. çentik, kertik, diş, gez (silah), dar ve derin dağ geçidi, gedik
Examples
Adobe and Apple both have top-notch video editing programs.
Hem Adobe’nin hem de Apple’ın üst seviye düzenleme programları var.
Tom is a top-notch swimmer.
Tom birinci sınıf bir yüzücü.
descendant
descendant
i. torun, oğul, neslinden olan kişi; düşen şey
Examples
The hero’s name is Maleekwa, a descendant from the black tribe…
Kahramanın ismi Maleekwa, siz Avrupalı orospu çocukları hala
The natives of the North-West Pacific Coast of America were probably descendants of tribes from Asia.
Amerika’nın Kuzey-Batı Pasifik sahili yerlileri muhtemelen Asyalı kabilelerin soyundandı.
brim
brim
f. ağzına kadar dolu olmak
i. ağız (bardak), kenar, şapka siperi
Examples Tom is wearing a wide-brimmed hat. Tom, geniş kenarlı bir şapka giyiyor. He filled the cup to the brim. Fincanı ağzına kadar doldurdu.
torch
torch
i. meşale, cep feneri, el feneri, asetilen lâmbası
Examples
To love so furious a victor, who, bloodstained, comes before me, torch in hand and lusting for more killing, having reduced
Elinde feneri ve daha fazla cinayetin işlenmemesini arzulayan, kana bulanmış bir galibi bu şekilde sevmek herşeyden önce gelir.
Suddenly a strong torch light shone on both of them.
Birdenbire, insanın gözünü kamaştıran bir el feneri ikisini de aydınlattı.
eyebrow
eyebrow
i. kaş
Examples
They had no beards no hair and no eyebrows.
Onların hiç sakalları saçı ve kaşları yoktu.
He’s got the biggest eyebrows I’ve ever seen.
O şu ana kadar gördüğüm en büyük kaşlara sahip.
plug up
plug up
tıkamak, tıpalamak
Examples
Tom plugged up the hole.
Tom deliği tıkadı.
We must find something to plug up this hole.
Bu deliği tıkamak için bir şey bulmalıyız.
plead
plead
f. savunmak, müdafaa etmek, savunma yapmak, dava açmak, rica etmek, dilemek, yalvarmak, bahane etmek, mazeret göstermek, açıklamak, duyurmak, avukatlığını yapmak
Examples She pleaded with him to not leave. O ona gitmemesi için yalvardı. He pleaded with the judge for mercy. Merhamet için yargıca yalvardı.
rubble
rubble
i. moloz, döküntü, çakıl (dere), sel taşı, suların getirdiği taşlar
Examples
There is a large pile of rubble where the school building used to be.
Okul binasının olduğu yerde büyük bir moloz yığını var.
There is a pile of rubble where the building used to be.
Binanın olduğu yerde bir moloz yığını var.< <
slime
slime
f. çamurlamak, çamurla sıvamak
i. balçık [geol.], çamur, sümük, sümüksü madde, yağcı, yaltakçı
hermit
hermit
i. inzivaya çekilmiş kimse, yalnız yaşayan kimse, topluluktan kaçan kimse, keşiş
Examples
The hermit lived in a wooden hut.
Keşiş ahşap bir kulübede yaşıyordu.
cranky
cranky
s. garip, tuhaf, ters; huysuz, laçka, dengesi her an bozulabilir
Examples
Nicholas sounded a little cranky this afternoon.
Nicholas bu öğleden sonra biraz tuhaf görünüyordu.
For cranky, I guess you’d probably just break my ankles.
Üzsem, herhalde kemiklerimi kırarsınız.
treacherous
treacherous
s. hain, güvenilmez, aldatıcı, kalleş
Examples
Drive carefully! The roads are treacherous.
Dikkatlice sür! Yollar tehlikeli.
The mountains were treacherous and steep.
Dağlar hain ve dikti.
recruit
recruit
f. askere almak, silâh altına almak, toplamak [ask.], kuvvetlendirmek, iyileşmek, iyileştirmek
i. acemi asker, acemi er, acemi, yeni üye
Examples
Our basketball team is recruiting tall boys.
Basketbol takımımız uzun boylu erkekleri alıyor.
Nowadays the concept of evil is politically incorrect. Then how could someone actually recruit people to worship the Devil?
Şu günlerde şeytan kavramı politik olarak yanlış kullanılıyor. Birileri gerçekten nasıl oluyor da şeytana tapacak adam topluyor?
expedition
expedition
i. sefer, sevk
Examples I watched the expedition as it set off. Yola çıkarken keşif seferini izledim. Who was the leader of the expedition? Seferin lideri kimdi?
acquainted with
acquainted with
e aşina
Examples I am well acquainted with the subject. Konuya gayet aşinayım. I think Nicholas is acquainted with Mary. Sanırım Nicholas Mary'yi tanıyor.
betrothal
betrothal
i. nişan, nişanlanma
Examples
You are invited to a betrothal party a week from now.
Sen şimdiden bir haftalık bir nişanlanma partisine davetlisin.
riddance
riddance
i. kurtulma, başından atma
Examples
Good riddance!
Hele şükür gittiler!
floating
floating
s. yüzen, yüzer, gezici, sabit olmayan, dalgalanan, değişen, döner (sermaye)
Examples A boat floats on the water. Kayıklar suyun üzerinde yüzerler. A boat will float on the water. Kayıklar su üstünde yüzerler.
devastated
devastated
s. harap
Examples Natural disasters can be devastating. Doğal felaketler yıkıcı olabilir. The plague has devastated entire cities. Bela bütün şehri mahvetti.
hut
hut
f. barakaya yerleştirmek, barındırmak
i. kulübe, kümes, baraka
Examples The hermit lived in a wooden hut. Keşiş ahşap bir kulübede yaşıyordu. Naoki was poor and lived in a hut. Naoki fakirdi ve bir kulübede yaşıyordu.
stow away
stow away
yerine kaldırmak, saklamak, gemide saklanmak, kaçak olarak binmek
Examples
Between meals, he usually manages to stow away a generous supply of candy, ice cream, popcorn and fruit.
Yemekler arasında genellikle bol miktarda şekerleme, dondurma, patlamış mısır ve meyve yiyebiliyor.
Stow away carefully the clothes you removed.
Çıkardığın giysileri dikkatlice yerine koy.
fierce
fierce
s. azılı, azgın, sert, kızgın, ateşli, kötü, berbat
Examples The tiger is a fierce animal. Kaplan korkunç bir hayvandır. It was a fierce compitition. Sert/kıran kırana bir yarışmaydı.
sparring
sparring
i. antreman maçı, tartışma, fikir tartışması
soot
soot
f. is yapmak, is lekesi yapmak, kurum bulaştırmak
i. is, kurum
Examples
Eva climbed the stairs to Romer’s office, trying to analyse the complex smell in the stairwell - a cross between mushrooms and soot, ancient stour and mildew, she decided.
Eva, Romer’in ofisine çıkan merdivenlere tırmandı, merdiven boşluğundaki karmaşık kokuyu analiz etmeye çalıştı - mantar ve kurum, eski birikmiş toz ve küf arasında bir karışım olduğuna karar verdi.
stillness
stillness
i. hareketsizlik, durgunluk, sessizlik
Examples
In the summer time, I often rise very early, and repair to my room to do a day’s work before breakfast, and I am always on those occasions deeply impressed by the stillness and solitude around me.
Yazları genellikle erken kalkarım ve kahvaltıdan önce günlük işlerimden birini yapmak için odama çekilir, etrafımdaki sessizlik ve yalnızlıktan da en çok bu anlarda etkilenirim.
infiltrate
infiltrate
f. sızmak, sokulmak, gizlice girmek, süzmek
Examples
Hackers find new ways of infiltrating private or public networks.
Hackerlar, özel ya da kamuya açık ağlara gizlice girmek için yeni yollar arıyorlar.
sideburns
sideburns
i. favori
Examples May I shave your sideburns? Ben Favorilerinizi tıraş edebilir miyim? Tom grew his sideburns back. Tom favorilerini tekrar büyüttü.
Rage
rage
f. kudurmak, köpürmek, sinirinden kudurmak, şiddetli olmak, şiddetli esmek
i. kudurma, hiddet, köpürme, öfke, gazap, arzu, galeyan, hırs, tutku, rağbette olan şey, moda
Examples
The Russian leaders are no like you and me These are Marxist fanatics. They’re not motivated by rage or hate.
Rus liderler senin ya da benim gibi değil. Bunlar, Marksist fanatikler. Öfke ya da nefret onları motive etmiyor.
And though the jobs are different and the missions change and the enemies have a thousand names…the one crucial thing, the one real responsibility you have, is to not let your rage and your resentment and your disgust
Gerçi işler farklı, görevler değişiyor ve düşmanların binlerce adı var…can alıcı tek nokta, tek gerçek sorumluluğun kininden, kızgınlığından, ve nefretinden vazgeçmemendir.
bootleg
bootleg
f. içki kaçakçılığı yapmak
plague
plague
f. belâ olmak, belâsını vermek, bezdirmek, cezalandırmak
i. veba, belâ, felâket, dert
Examples
The plague has devastated entire cities.
Bela bütün şehri mahvetti.
Thousands of people died during the plague.
Salgın hastalık sırasında binlerce insan öldü.
infected
infected
[infect] f. bulaştırmak, enfekte etmek, bozmak, aşılamak
Examples
Call the police Fei, you’d better check into the hospital. God knows if that crazy girl is infected with rabies..
Polisi ara, Fei! Hastaneleri de kontrol etsen iyi olacak. Bu çılgın kızın kuduz olup olmadığını sadece Tanrı bilir.
A virus infected Tom’s computer.
Tom’un bilgisayarına bir virüs bulaştı.
precision
precision
s. hassas, ince
i. kesinlik, tamlık, doğruluk, dakiklik, hassasiyet [müh.]
Examples
The precision with which you disposed of your husband…
İncelikle kocanızdan - Lord de Winter’dan - kurtulmanız…
Precision is not prissy. Precision is the foundation of passion.
Kesinlik titizlik değildir. Kesinlik duygusu tutkunun temelidir.
disgrace
disgrace
f. utandırmak, rezil etmek, gözden düşürmek
i. rezillik, utanç, ayıp, rezalet, yüz karası, gözden düşme
Examples There is no disgrace in being poor. Fakirlik ayıp değildir. I would rather die than disgrace myself. Kendimi rezil etmektense ölmeyi tercih ettim.
flattery
flattery
i. kompliman, yaltaklanma, dalkavukluk, övme, pohpohlama
Examples
A-you can do almost anything, can?t you?
B-Probably, but flattery will get you nowhere.
A-Herhangi birşey yapabilirsin, değil mi?
B-Muhtemelen, fakat dalkavukluk seni bir yere götürmez.
A-you can do almost anything, can?t you?
B-Probably, but flattery will get you nowhere.
A-Herhangi birşey yapabilirsin, değil mi?
B-Muhtemelen, fakat dalkavukluk seni bir yere götürmez.
identical
identical
s. aynı, eş, özdeş, tıpkı
Examples
I think Nicholas and Jason are identical twins.
Sanırım Nicholas ve Jason tek yumurta ikizleri.
I find tha they look very alike.. and the tone of their voice is also identical. And I would even say…that their characters…are also similar.
Birbirlerine çok benziyorlar, ses tonları bile aynı. Hatta karakterleri bile benziyor.
bramble
bramble
böğürtlen çalısı
sloppy
sloppy
s. ıslak, cıvık, çamurlu, sulu, pasaklı, gülünç derecede hassas, yarım yamalak
Examples
Nicholas was accused of doing sloppy work.
Nicholas yarım yamalak işi yapmakla suçlandı.
Fanucci’s mad. Says the neighborhood’s getting sloppy.
Fanucci mahallenin cıvımaya başladığını söyledi.
flee
flee
f. kaçmak, sıvışmak, tüymek, aceleyle çıkmak, akıp gitmek, kaçınmak, terketmek
Examples She fled for fear of being caught. O yakalanma korkusuyla kaçtı. They fled the town after the earthquake. Depremden sonra kasabayı terk ettiler.
juggler
juggler
i. hokkabaz, hilebaz
Examples
A jazz musician is a juggler who uses harmonies instead of oranges.
Benny Green
Bir caz müzisyeni portakallar yerine armonileri kullanan bir hokkabazdır.
restrain
restrain
f. alıkoymak, engellemek, tutmak, baskı altında tutmak, bastırmak, frenlemek, dizginlemek, hapsetmek, sınırlamak, kısıtlamak
Examples He could no longer restrain himself. O artık kendini tutamadı. You should learn to restrain yourself. Kendini dizginlemeyi öğrenmelisin.
burden
burden
f. yüklemek, sırtına yüklemek
i. nakarat, ana fikir, yük, sorumluluk, zorunluluk, yük taşıma, tonaj (gemi)
Examples They were burdened with heavy taxes. Ağır vergi yükü altındaydılar. I am afraid I'll be a burden to you. Ben sana bir yük olmaktan korkuyorum.
obstacle
obstacle
i. engel, ket, mani
Examples
We pushed ahead despite the obstacles.
Engellere rağmen ilerlemeye devam ettik.
He refused to quit despite many obstacles.
Birçok engele rağmen vazgeçmeyi reddetti.
squat
squat
f. çömelmek, çökmek, izinsiz yerleşmek, kurulmak, araziye sahip çıkmak, başkasının arazisine kurulmak
i. çömelme, izinsiz yerleşme
s. çömelmiş, alçak, bodur, bücür, güdük, bastıbacak
Examples
Tom squatted down.
Tom çömeldi.
Seen at a distance, the rock looks like a squatting human figure.
Uzaktan bakıldığında, kaya, çömelen bir insan figürüne benziyor.
proper
proper
s. tam, doğru dürüst, uygun, terbiyeli, yerinde, özel, doğru, münasip, gerçek, adamakıllı, iyice
Examples That's not a proper thing to say. O söyleyecek münasip bir şey değil. He is the proper person for the job. O iş için doğru kişidir.
oaf
oaf
i. sakar, beceriksiz, sersem, hödük
stance
stance
i. duruş, durum, vaziyet
Examples
The volatile course of Turkey-EU relations, along with the perception that politicians and citizens in EU member states oppose Turkey’s membership, cause Turkish public to take a reactive stance on EU membership.
Türkiye-AB ilişkilerindeki dalgalı seyir ve AB üyesi ülkelerin siyasetçi ve vatandaşlarının Türkiye’nin üyeliğine karşı oldukları şeklindeki algı Türk kamuoyunun AB üyeliğine ilişkin tepkisel bir tutum sergilemesine neden olmaktadır.
He had a strong stance on the subject.
Konuyla ilgili güçlü bir duruşu vardı.
widen
widen
f. genişlemek, bollaşmak, genişletmek
Examples
-Tell me, what is love?
-Love is first widening my eyes……quickening my breathing, warming my skin and so on.
-Söyle bana, aşk nedir?
-Aşk önce gözlerimi açar…nefes alıp verişimi hızlandırır, tenimi ısıtır, ve böylece devam eder.
Helen stayed, quite unconscious that she was staring. And then her eyes widened in surprise as she saw Greg rise to his feet.
Helen kızın bakındığını görünce bilinçsizce bakakalmıştı. Ve sonra Greg’in ayağa kalktığını görünce şaşkınlıktan gözleri daha da açıldı.