book 24 Flashcards
stunning
stunning
s. serseme çeviren, hayret verici, çekici, çarpıcı, nefis, müthiş
Examples
That dress looks stunning on you.
Şu elbise üstünde çok güzel görünür.
They were stunned after finding out about his resignation.
Onlar onun istifasını öğrendikten sonra çok şaşırdılar.
propriety
propriety
i. uygunluk, yerindelik, adetlere uyma
merit
merit
f. değmek, layık olmak, hak etmek
i. değer, erdem, meziyet, fazilet, yararlık
Examples
What difference between a pork and you? Man or pork, anyone despised his/her/its own species merit to die.
Domuz ve senin arasında nasıl bir fark var? Adam da olsa, domuz da olsa kendi türünü hor gören her kimse ölümü hak ediyor.
It’s law, not justice. It’s power, not the merits of its exercise. It’s not an expression of an ideal, it’s reality.
Bu yasadır, adalet değil. Bu güçtür, uygulamasının gerçekliği değil. Bu bir idealin ifadesi değil, hakikattir.
superfluous
superfluous
s. bol bol, fazla, gereksiz
Examples
He started to swim towards the branch, which let the superfluous water of the lake float into the river.
Gölün fazla sularını ırmağa akıtan kola doğru yüzmeye başladı.
And the lake, where I lived for a long while, was nothing more than a drift of water, which let its superfluous water flow into the river by means of a branch.
Uzun bir süre içinde yaşadığım göl de fazla sularını ırmağa bir kol aracılığıyla akıtan büyükçe bir su birikintisinden başka bir şey değilmiş.
lust
lust
f. arzulu olmak, şehvetli olmak
i. şehvet, seks düşkünlüğü, arzu
Examples
To love so furious a victor, who, bloodstained, comes before me, torch in hand and lusting for more killing, having reduced
Elinde feneri ve daha fazla cinayetin işlenmemesini arzulayan, kana bulanmış bir galibi bu şekilde sevmek herşeyden önce gelir.
I’m lusting after her.
Onu şehvetle arzuluyorum.
bestowed
bestow
f. vermek, bağışlamak, hediye etmek, yerine koymak
Examples
He bestowed a large amount of money on the institute.
Enstitüye büyük miktarda para bağışladı.
The college bestowed an honorary degree on him.
Üniversite ona fahri doktora unvanı verdi.
indigenous
indigenous
s. yerli, özgü, yöreye özgü, doğal
Examples
Native Americans are the indigenous peoples of the United States.
Kızılderililer, Birleşik Devletler’in yerli halkıdır.
His love for indigenous Mexican art became his downfall.
Yerli Meksika sanatına olan sevgisi, onun çöküşü oldu.
delicately
delicately
z. 1. incelikle. 2. dikkatle, ihtiyatla, büyük bir özenle.
Examples
Do it delicately.
Onu kibar bir şekilde yap.
grind
grind
f. bilemek, öğütmek, ezmek, zımparalamak, gıcırdatmak, çalmak, çektirmek, üzmek, sıkıştırmak, ezilmek, çekmek, ineklemek
i. eziyet, yorucu iş, inek öğrenci, inekleme, çok çalışma
Examples
There was blood all over the ground.
Her yerde kan vardı.
I like to see the ball hit the ground and jump back up.
Topun yere çarpıp sonra tekrar havaya sıçramasını görmek hoşuma gider.
run around
run around
f. atlatma, baştan savma
Examples A mouse is running around the room. Bir fare odanın etrafında koşuyor. One mouse is running around in the room. Odada bir fare koşturuyordu.
Intuition
intuition
i. sezgi, sezi, önsezi
Examples Nancy’s intuition popped up again. Nancy, içindeki dedektiflik önsezisini dinledi. Never underestimate a woman's intuition. Bir kadının sezgisini asla küçümseme.
ptomaine
ptomaine
i. bozulan yiyecekte bulunan zehir
sour
sour
f. ekşimek, bozulmak, kesilmek, huysuzlaşmak, somurtmak, surat asmak, zehir olmak, hayatı zehir olmak, zehir etmek, bozmak
i. sepileme asidi, ekşi şey, ekşi içki
s. ekşi, mayhoş, buruk, ekşimiş, keskin, dokunaklı, suratsız, somurtkan, hırçın, ayazlı, buz gibi, rutubetli (toprak)
Examples
These grapes are so sour that I can’t eat them.
Bu üzümler o kadar ekşi ki onları yiyemem.
I’ll suggest a cup of tea from mysterious Tibet. Sweet dreams are a reward for its sour taste.
Esrarengiz Tibet’ten bir fincan çay öneririm. Tatlı rüyalar, ekşi tadı karşılığında ödüldür.
plunge
lunge
f. daldırmak, batırmak, saplamak, dalmak, atılmak, batmak, düşmek, darmadağın edilmek, altüst edilmek, büyük oynamak (kumar)
i. dalış, dalma, atılma, riskli girişim, ileri fırlama (at), dalma havuzu
Examples
Stock prices plunged to a record low.
Hisse senedi fiyatları rekor seviyede düştü.
Sue and Jason decided to take the plunge.
Sue ve Jason uzun uzun düşündükten sonra yapmaya karar verdiler.
hold out
hold out
uzatmak, ümit vermek, vâât etmek, yeterli olmak, dayanmak, ısrar etmek, boyun eğmemek, direnmek, tanıtmak
Examples He held out his hand and I took it. Elini uzattı ve onu tuttum. She held out her hand and I shook it. Elini uzattı ve onu salladım.
Incarcerate
incarcerate
f. hapsetmek, kapatmak, sıkıştırmak
Examples
Not all criminals need to be incarcerated.
Suç işleyen herkesin hapse atılmasına gerek yok.
last resort
Son çare
Examples
She relied on the medicine as a last resort.
O son çare olarak ilaca güvendi.
He borrowed some money from his father as a last resort.
O son çare olarak babasından ödünç para aldı.
shortage
shortage
i. yokluk, eksiklik, açık, kıtlık
Examples There was a shortage of imported oil. ithal petrol sıkıntısı vardı. In 2010 there was a shortage of H1N1 vaccine. 2010 yılında H1N1 aşısı sıkıntısı vardı.
shrink
[shrink] f. çekmek, büzülmek, küçülmek, daralmak, hoşlanmamak, çekinmek, azalmak, kısalmak, küçültmek, büzmek
Examples
…but it’s her coIIection of shrunken heads.
…ama aslında onun kafa koleksiyonu.
Wool is made from elastic fibers, it shrinks.
Yün elastik liflerden mamuldür, büzülür.