book 12 Flashcards
disperse
disperse
f. dağıtmak, gidermek, yaymak, dağılmak, yayılmak; açılmak; serpilmek
Examples
You are ordered to disperse.
Düzenli bir şekilde dağılın.
The bank robbers dispersed in all directions.
Banka soyguncuları bütün yönlere dağıldılar.
indefinitely
indefinitely
zf. belirsiz olarak, süresiz olarak
Examples
The game has been indefinitely postponed.
Oyun süresiz ertelendi.
The game has been postponed indefinitely.
Oyun süresiz olarak ertelendi.
deem
deem
f. farzetmek, varsaymak, saymak, zannetmek; inanmak; dikkate almak
Examples
That person asked me who I was, but I did not deem it necessary to answer him.
O kişi bana kim olduğumu sordu ama ona cevap vermenin gerekli olduğunu düşünmedim.
You know Americans are jealous of the British accent that they deem more prestigious.
Amerikalıların daha prestijli saydıkları İngiliz aksanını kıskandıklarını bilirsiniz.
sort out
- halletmek; 2. çözümlemek; 3. sınıflandırmak;
intimidate
intimidate
f. gözünü korkutmak, korkutmak
Examples
Nicholas has never been intimidated by anyone or anything.
Nicholas biri yada bir şey tarafından asla korkutulmadı.
I’m still intimidating you. I had the feeling you were both absent and present at the same time.
Sizi uyarıyorum. Her ikinizde burdasınız ama aklınız burada değil.
abduct
abduct
f. birini zorla kaçırmak; Çekme, Uzaklaştırma (Anatomi)
Examples
Our calculation indicate that they abducted these children between 8:30 and 8:45.
Tahminlerimize göre bu çovukları 8.30 ve 8.45 arasında kaçırdılar.
Does Tom really believe that Mary was abducted by aliens?
Tom gerçekten Mary’nin uzaylılar tarafından kaçırıldığına inanıyor mu?
confront
confront
f. yüz yüze getirmek, yüzleştirmek, karşılaştırmak, karşı koymak
Examples I was confronted with many difficulties. Birçok zorluklarla karşılaştım. They were confronted with many problems. Onlar birçok sorunlarla karşılaştı.
outnumber
outnumber
f. sayıca üstün olmak, fazla gelmek
Examples I was outnumbered. Sayıca fazlaydım. You'll be outnumbered three to one. 3-1 sayıca üstün olacaksın.
subdue
subdue
f. zorlamak, baskı yapmak, boyun eğdirmek, bastırmak, hafifletmek, kontrolüne almak
Examples We danced in the subdued lighting. Loş ışıkta dans ettik. He subdued his passions. O, tutkularını bastırdı.
trumped-up
trumped-up
s. uydurma, uyduruk
fool
fool
f. kandırmak, enayi yerine koymak, maskaraya çevirmek, gülünç duruma sokmak, şaka yapmak, eğlenmek, vakit geçirmek, oyalanmak
i. aptal, enayi, akılsız, budala, maskara, salak, soytarı, meyve ve süt tatlısı
s. budala
Examples
A person who asks a question is a fool for five minutes; a person who never asks is a fool forever.
Bir soru soran kişi beş dakikalığına aptaldır Asla sormayan biri ise sonsuza kadar aptaldır.
The neighbors made a fool of him.
Komşular onu aptal yerine koydu.
testimony
testimony
i. şahitlik, tanıklık, ifade verme, şahadet, vahiy
Examples
We have testimony from a previous witness, one Willi Cicci.
Daha önceki tanıklardan, Willi Cicci’nin ifadesini dinledik.
Tom recanted his testimony.
Tom ifadesini geri aldı.
verdict
verdict
i. yargı, hüküm, juri kararı, karar, fikir
Examples
His verdict is always final.- Arrest this man!
Kararı her zaman kesindir - Yakalayın bu adamı!
Has the jury reached a verdict?
Juri bir karara vardı mı?
encounter
encounter
f. karşılaşmak, rastlamak, yüz yüze gelmek, çarpışmak
i. karşılaşma, rastlama, tesadüf, rastlantı, çarpışma, dövüşme, eğitim amacıyla toplanma
Examples
None of us can afford another encounter like the last one.
O son olay gibi başka bir taneyi hiçbirimiz kaldıramaz.
A new encounter
Yeni bir rastlantı
best
best
f. yenmek, geçmek, alt etmek
s. en iyi, birinci sınıf
zf. en iyi şekilde, en çok, en
Examples
Bob, John and Mary read well but Bob reads best of all.
Bob, John ve Mary iyi okurlar ama; içlerinde en iyi Bob okur.
We all tell the best parts of ourselves.
Hepimiz kendimizin en iyi taraflarından bahsederiz.
I once bested a man with my trusty boomerang who was able to firebend with his mind.
overwhelm
overwhelm
f. alt etmek, ezmek, boğmak, mahçup etmek, kahretmek, kaplamak
Examples
She was overwhelmed by the sad news.
Üzücü haber yüzünden mahvoldu.
Otherwise, girls could feel a bit overwhelmed, or turn very timid.
Aksi halde kızlar biraz baskı altında kalmış hissedebilir veya biraz çekingen davranabilir.
exploit
exploit
f. kullanmak, faydalanmak, işletmek, sömürmek, kötüye kullanmak, istismar etmek
i. kahramanlık, yiğitlik, üstün başarı, macera
Examples
So what do you do? You try to take advantage, to-to exploit her vulnerability…
Ne yaptın peki? Ondan yararlanmaya çalıştın, onun hassasiyetini sömürmeye çalıştın…
Employers sometimes exploit their workers.
Patronlar bazen işçilerini istismar ederler.
heinous
heinous
s. iğrenç, çirkin
scrawny
scrawny
s. cılız, sıska
Examples Tom is a scrawny kid. Tom cılız bir çocuk. Tom isn't scrawny. Tom cılız değil.
fess up
- itiraf etmek;
infiltrate
infiltrate
f. sızmak, sokulmak, gizlice girmek, süzmek
Examples
Hackers find new ways of infiltrating private or public networks.
Hackerlar, özel ya da kamuya açık ağlara gizlice girmek için yeni yollar arıyorlar.
fraud
fraud
i. hile, hilekâr, hilebaz, hilekârlık, sahtekârlık, dolandırıcılık, dolandırıcı, sahtekâr, numaracı kimse
Examples
The cardinal is about to find out he was the victim of a fraud.
Kardinal, bir sahtekarın kurbanı olduğunu bulmak üzere.
Stand back You’re under arrest for kidnapping attempted embezzlement and fraud.
Geri dur. Zimmetine para geçirme ve dolandırıcılığa teşebbüsten ve adam kaçırmaktan tutuklusun.
tear up
tear up
kökünden sökmek, harap etmek, yırtıp atmak, paramparça etmek, yukarı fırlamak
Examples
I saw my sister tear up the letter.
Kız kardeşimin mektubu yırttığını gördüm.
I want you to tear up her pictures.
Senden onun resimlerini yırtmanı istiyorum.
struck down
- kazazede; 2. yere sermek; 3. lağvetmek, kaldırmak, etkisizleştirmek;
a firebender struck down my entire family and left me scarred.
resort
resort
f. başvurmak, gitmek
i. dinlenme yeri, mesire, tatil yeri, başvurma, yardımına başvurulacak kimse, çare, uğrak, sık sık gidilen yer, ikinci adres
Examples We should not resort to violence. Şiddete başvurmamalıyız. You must never resort to violence. Asla şiddete başvurmamalısınız.
annihilate
annihilate
f. iptal etmek, yoketmek, imha etmek, feshetmek, ortadan kaldırmak, bozmak; yenmek, elemek
Examples
Bush didn’t send troops to annihilate other countries.
Bush diğer ülkeleri ortadan kaldırmak için askeri birlikleri göndermedi.
I think that North Korea is the only country in the world where not a single native Muslim lives, yet some day, the US will find an Al-Qaida cell or, better than that, a link between the DPRK and Al-Qaida in the name of which US missiles will annihilate this Asian nation.
Sanırım Kuzey Kore dünyada tek bir yerli müslümanın yaşamadığı yer, henüz bir gün, ABD El-kaide hücresi ya da ondan daha iyisi, DPRK ile El-Kaide arasında bir bağlantı, ki onun adına ABD füzeleri bu Asya ulusunu yok edecek.
intercept
intercept
f. alıkoymak, önlemek, tutmak, engel olmak, durdurmak, yolunu kesmek, yakalamak
i. sınırları çizilen kısım [mat.], yakalanan radyo sinyali
Examples
Organize a team to intercept the transport and extract him. To the CIA, this will confirm his value to us.
Aracın yolunu kesmek ve kendisini almak için bir tim kurun. CIA’e göre, bu bizim için onun değerini teyit edecek.
It seems she has intercepted a transmission of unknown origin.
Görüldüğü kadarıyla bilinmeyen kökenlerin transmisyonuyla yolu kesilmiş.
possess
possess
f. sahip olmak, elinde bulundurmak, egemen olmak, kurcalamak (zihin), hakim olmak, tutmak
Examples
He possessed a large house and two cars.
O büyük bir ev ve iki arabaya sahipti.
She seems to be possessed by an evil spirit.
O kötü bir ruh tarafından ele geçirilmiş gibi.
diversion
diversion
i. ilgisini başka tarafa çekme, dikkatini dağıtma, saptırma; şaşırtma; yanıltma; oyalama, eğlence
Examples
We need a diversion.
Bir oyalamaya ihtiyacımız var.
collide
collide
f. çarpmak, çarpışmak, çatışmak; zıt düşmek, ters düşmek
Examples His car collided with a train. Onun arabası bir trenle çarpıştı. Our bus collided with a truck. Bizim otobüsümüz bir kamyonla çarpıştı.
sever
sever
f. ayırmak, bölmek, kesmek, yarmak, paylaştırmak, ayrılmak, kopmak
sever
v. cut, cleave; separate, set apart; be separated, be set apart; terminate
pref. phil, philo
suff. lover, phil, phile, spirited
Examples
Two men had their arms severed in Taiwan after a tug-of-war accident.
İki adam rekabet kazasından sonra Taiwan’da kollarını koparttılar.
intertwined
intertwined
[intertwine] f. birbirine geçirmek, birbirine geçmek, birbirine dolaşmak
Examples
Their stories are tightly intertwined.
Onların hikayeleri sıkıca birbirine geçer.
unbeknown
unbeknown
zf. habersizce, haber vermeden, farkedilmeden, farkettirmeden
s. bilinmeyen, tanınmayan, meçhul, habersiz
lurk
lurk
f. pusuya yatmak, gizlenmek
Examples
Miss Yu wouldn’t stay here if l had a problem. I saw the robbers around her It’s possible. there’s an ambush lurking around.
Bir problemim olsaydı, Bayan Yu burada kalmazdı. Onun etrafında soyguncuları gördüm.
Bu mümkün. Çevrede gizlenmiş bir tuzak var.
The devil lurks behind the cross.
Şeytan haçın arkasında pusuda bekliyor.
murky
murky
s. karanlık, kapalı, bulutlu, bulanık, şüpheli
Examples
The water was so murky that the police divers had to search for the body by feel.
Su o kadar bulanıktı ki polis dalgıçlar vücudu dokunarak aramak zorunda kaldı.
Tom looked into the murky water.
Tom bulanık suya baktı.
grasp
grasp
f. kapmak, tutmak, yakalamak, kavramak, anlamak
i. tutma, sımsıkı tutma, kavrama, idrak, kabza, anlama
Examples She is able to grasp the situation. Durumu kavrayabilir. He grasped the rope with two hands. ipi iki eliyle kavradı.
delve
delve
f. arayıp taramak; altüst ederek aramak
bolt
bolt
f. sürgülemek, tıkınmak; çiğnemeden yutmak; fırlamak, kaçmak, tüymek, çekilmek (partiden), elemek, süzmek, tülbentten geçirmek
i. cıvata; sürgü; kısa ok; yıldırım; fırlama; kaçış, kaçınma; top (kumaş vb.); kilit dili
Examples
It was like a bolt out of the blue.
O beklenmeyen bir gök gürültüsü gibiydi.
He was hardly inside his room before the door was hurriedly shut, bolted and locked.
Kapı aceleyle kapatılmadan, sürgülenmeden ve kilitlenmeden önce, ancak odasına girebilmişti,
tag along
tag along
f. kovalamak, peşini bırakmamak
Examples
The dog tagged along after his master.
Köpek sahibinin arkasından gitti.
Are you sure Tom doesn’t mind me tagging along?
Tom’un peşine takılmamdan rahatsız olmadığına
triad
triad
i. üçlü, üçlü topluluk, üçlük akort
Examples
He’s a freelance assassinator. CIients include Russian Mafia, Triad, Japanese Yakuza.
O, serbest çalışan bir suikastçi. Müşterileri arasında Rus mafyası, ve Japon Yakuzaları var.
Fei was an ex-cop fired for concealing his heavy debts to the triads and close connection with them
Fei, Triad’lara olan büyük borçlarını ve onlarla olan yakın bağlantısını gizlediği için kovulan eski bir polisti.
solemn
solemn
s. ciddi, resmi, ağırbaşlı, önemli, yasal, törenle yapılan, merasimli, heybetli, muhteşem, kutsal
Examples
No period within the four-and-twenty hours of day and night is so solemn to me, as the early morning.
Gündüz ve gecenin yirmi dört saatlik zaman diliminin hiçbir bölümü sabahın erken saatleri kadar özel değildir benim için.
Tens of thousands of people gathered in Saint Peter’s Square on Sunday morning, despite the cold and the rain, to take part in Solemn Mass with Pope Francis in celebration of Easter.
On binlerce insan soğuk ve yağmura rağmen Paskalya kutlamasında Papa Francis ile Dindar Kütleye katılmak için pazar sabahı Aziz Petrus Meydanında toplandı.
rube
rube
i. köylü, hödük, avanak, saftrik
commune
commune
f. söyleşmek, sohbet etmek, senli benli konuşmak (Argo); komünyon almak, komünyon vermek
i. komün, yerel idare
seclude
seclude
f. görüştürmemek, kimseyle görüştürmemek, eve kapamak, ayırmak
Examples
Nicholas told me he wanted to live on a secluded beach.
Nicholas bana tenha bir sahilde yaşamak istediğini söyledi.
They found a secluded beach where they spent the day.
Onlar günü orada geçirdikleri tenha bir plaj buldu.
sadden
sadden
f. üzmek, hüzünlendirmek, üzülmek
Examples
I was saddened knowing I would have to break the news soon.
Yakında onu haberdar etmem gerektiğini bilmenin hüznü içindeydim.
That you will leave this town, saddens me.
Bu şehirden gidecek olman beni üzüyor.
trivial
trivial
s. küçük, değersiz, önemsiz, abes, saçma
Examples
Don’t worry about such a trivial problem.
Böyle önemsiz bir sorun hakkında endişelenmeyin.
…with anything as trivial as seduction.
senin zekana saygısızlık etmek istemem.
decay
decay
f. çürütmek, çürümek, bozmak, bozulmak; zayıflamak, halsiz düşmek; parçalanmak, dağılmak; azalmak
i. bozulma, çürüme, çürük, çürütme; zayıflama; ayrışma; çöküş, yıkılma, yıkılış; düşkünlük;
Examples
Salt helps to preserve food from decay.
Tuz yiyeceği çürümekten korumak için yardımcı olur.
Too many sweets cause your teeth to decay.
Fazla şeker dişlerinde çürümeye sebep olur.
slip into
slip into
f. girmek, sokuvermek, sıkıştırmak
Examples The thief slipped into the house. Hırsız eve daldı. He slipped into the bad habit again. Kötü alışkanlığına tekrar daldı.
pier
pier
i. iskele, rıhtım, mendirek, dalgakıran, payanda, kapılar arasındaki duvar, pencereler arasındaki duvar
Examples
Nicholas was lying on the pier getting a suntan.
Nicholas iskelede uzanmış güneşleniyordu.
He appears to have fallen into the water from the abandoned pier on the Fern property.
O Fern’ın emlaktaki terkedilmiş rıhtımdan suya düşmüş gibi görünüyor.
extinction
extinction
i. sönme, söndürme, nesli tükenme, yok olma, imha, yok etme, feshetme
Examples
Many species of insects are on the verge of extinction.
Birçok böcek türleri yok olmanın eşiğindedir.
Many shark species are threatened with extinction.
Birçok köpekbalığı türü yok olma tehdidi altındadır.
discreet
discreet
s. tedbirli, ihtiyatlı, ağzı sıkı, sır saklayan, ketum, sağduyulu
Examples
He often visited me in Paris, and we dined in expensive restaurants. But he was always discreet.
Paris’te beni sık sık ziyaret etti ve pahalı restoranlarda akşam yemeği yedik. Ama kendisi her zaman tedbirliydi.
Now I’m going to need a detective, someone discreet, and efficient.
Şimdi bir dedektife ihtiyacım olacak, ağzı sıkı ve becerikli birine.
disguise
disguise
f. kılık değiştirmek, kimliğini gizlemek, değiştirmek, gizlemek, saklamak
i. kılık değiştirme, maske, değiştirme, tanınmaz hale getirme, sahtelik, dış görünüş
Examples He got away disguised as a policeman. O bir polis kılığında kaçtı. Nicholas disguised himself as a priest. Nicholas bir rahip olarak kendini gizledi.
slum
slum
f. fakir semtleri hayır için dolaşmak, gecekondu mahallesinde yaşamak, gecekonduda yaşmak
i. gecekondu mahallesi, fakir semt, kenar mahalle, yoksul ev, gecekondu
Examples
In Rio de Janeiro, 20% of the population lives in slums.
Rio de Janeiro’da nüfusun % 20’si gecekondularda yaşıyor.
There are a lot of slums in Mexico.
Meksika’da bir sürü gecekondu var.
chute
chute
i. çağlayan; akıntı, oluk, kanal, kayılan yer, kızak pisti; paraşüt
Examples
- Miss Pilant, how is the laundry handled at Thunder Bay Inn?
- It’s chuted down to the laundry room.
- Where is the location of that chute on the second floor?
- Between room 42 and 43.
- Thunder Bay Inn’de çamaşırlar nasıl hallediliyor, Bayan Pilant?
- Bacadan çamaşırhane odasına aktarırılıyor.
- Bacanın yeri nerede, ikinci katta mı?
- 42 ve 43 no’lu odaların arasında.
juvenile
juvenile
i. genç, çocuk, çocuk kitabı
s. genç, gençlere özgü
Examples
- When other boys had their eyes on girls, I sat in Juvenile prison for having taken an old lame granny’s sledge. Mikkonen.
- Diğer çocuklar gözlerini kızlardan ayıramazken, ben eski, garip bir büyükanne kızağını almak için çocuk hapishanesinde otururdum.
That’s so juvenile.
Bu çok çocukça.
malicious
malicious
s. kötü niyetli, fena, şeytanca, hain, kötücül
Examples
Malicious gossip spreads like wildfire. I guess that’s why they say bad news travels fast.
Kötü niyetli dedikodular orman yangını gibi yayılır.Sanırım kötü haber tez yayılır demelerinin nedeni budur.
Such things are often accidental rather than malicious.
Bu tür şeyler kötülükten daha ziyade kazaradır.
presence
presence
i. huzur, hazır bulunma, varlık, varoluş, tavır, yapı, ön, protokol görevlileri
Examples Don't talk about it in his presence. Onun varlığında bu konudan bahsetmeyin. I was not conscious of her presence. Onun varlığının bilincinde değildi.
encasing
encasing
[encase] f. örtmek, kapamak, kabına koymak, sandığa koymak
Examples
We need to encase the bomb in an airtight temperature-controlled bubble.
Bombayı, hava geçirmez, sıcaklık kumandalı bir hava kabarcığı içine koymamız gerekiyor.
frail
frail
s. kolay kırılır, narin, zayıf, çelimsiz, ahlaksız, hafif, yavan, tatsız
Examples
My grandmother was gradually becoming forgetful and frail.
Büyükannem giderek unutkan ve kırılgan oluyor.
He’s become frail in his old age.
O yaşlılığında çelimsiz oldu.
evade
evade
f. kaçınmak, kaçamak yapmak, sakınmak, savuşturmak, kurtulmak, başından savmak, yan çizmek, kaçamak cevap vermek, kaytarmak
Examples She didn't try to evade the truth. O gerçekten kaçmaya çalışmadı. Jack tried to evade paying his taxes. Jack vergilerini ödemekten kaçınmaya çalıştı.
chores
chores
i. ev işleri, çiftlik işleri, zor ve sıkıcı işler
Examples
Nicholas tried to get Mary to do his chores.
Nicholas işlerini Mary’ye yaptırmaya çalıştı.
Please do your chores before you go out to play.
Oynamak için dışarıya çıkmadan önce lütfen işlerinizi yapın.
copper
copper
f. bakırlamak, bakır kaplamak, bakır rengi vermek
i. bakır, bakır para, bakır kap; çamaşır kazanı; polis; aynasız
s. bakır, bakırdan yapılmış
Examples Copper and silver are both metals. Bakır ve gümüş her ikisi de metaldir. Brass is an alloy of copper and zinc. Pirinç, bakır ve çinkodan oluşan bir alaşımdır.
warden
warden
i. gardiyan, hapishane müdürü [amer.], gardiyan [brit.], rektör [brit.], müdür, bekçi, muhafız, koruyucu
Examples
Don’t worry. I talked to the warden. We’ll get you out of here.
Meraklanma. Bekçi ile görüştüm. Seni buradan çıkartacağız.
Newton became Warden of the Royal Mint in 1696. He became Master of the Royal Mint in 1699.
1696’da Newton darphane müdürü oldu. 1699’da darphane öğretmeni oldu.
abide
abide
f. tahammül etmek, katlanmak, çekmek; kurala uymak, sadik kalmak; kalmak, beklemek;
v. stay; live, dwell; continue; tolerate, put up with; wait; comply, submit, obey, conform
n. monument, memorial, monument built in honor of a deceased person or past event
Examples
- if you need any help, I know that guy. He’s a debt collector but he still has to abide by the law. You wanna drop the charges?
- Yes. Thanks for your help.
- She’s decided to drop the charges. You may go now.
- Eğer yardıma ihtiyacın varsa, bir adam tanıyorum. Alacak tahsildarı ama yine de yasaya riayet etmek zorunda. Davayı düşürmek istiyor musun?
- Evet. Yardımın için teşekkürler.
- Davayı düşürmeye karar verdi. Şimdi gidebilirsiniz.
courtesy
courtesy
i. nezaket, incelik
Examples
Nicholas didn’t even have the courtesy to say that he was sorry.
Nicholas üzgün olduğunu söyleme nezaketinde bile bulunmadı.
Lock the door behind you as a courtesy.
Nezaketen de arkandan kapıyı kilitlersin.
mutiny
mutiny
f. isyan etmek, ayaklanmak
i. isyan, ayaklanma, başkaldırma
Examples
The Muslims, sitting around. Hudaybiya watched this in utter dismay. There was almost a mutiny.
Müslümanlar etrafında oturuyordu.Hudaybiya bunu mutlak bir korku içinde seyrediyordu.Neredeyse bir isyan vardı.
A mutiny on my ship? It’s completely impossible.
Benim gemimde bir isyan mı? Bu tamamen imkansız.
envy
envy
f. gıpta etmek, imrenmek, gözü kalmak, kıskanmak, çekememek
i. gıpta, imrenme, kıskançlık, haset, çekememezlik, gıpta edilen şey, kıskanılan kimse
Examples
Being envied is better than being pitied.
Acınmaktansa kıskanılmak daha iyidir.
I often felt a sort of envy of humans….. of that thing they called spirit.
İnsanlara, onların ruh dedikleri şeye karşı hep bir tür kıskançlık duydum.
ruthless
ruthless
s. acımasız, merhametsiz, insafsız, amansız
Examples Be ruthless. Acımasız olun. He's ruthless. O acımasız.
rocked
rocked
[rock] f. sallamak, sallanmak, sallayarak uyutmak, sarsmak, şok etmek, zorlaştırmak, sarsılmak, şok olmak, rock yapmak (dans), ırgalamak
Examples
Baby sleeps in a small bed that rocks back and forth.
Bebek ileri geri sallanan küçük bir yatakta uyuyor.
There is a great rock concert in August.
Ağustos’ta harika bir rock konseri var.
cheer up
cheer up
neşelenmek, keyiflenmek, morali düzelmek, neşelendirmek, moral vermek, teselli etmek, avutmak
Examples Cheer up! Everything will soon be all right. Neşelen! Yakında her şey iyi olacak. Cheer up! It's no time to cry. Neşelen! Ağlamanın sırası değil.
solstice
solstice
i. gündönümü, gece ile gündüzün eşit olduğu gün
blurred
blurred
s. bulanık, flu, donuk
Examples
Hello The dyslexic volleyball guy.They kicked him out of the house.The next three days were kind of a blur.
Merhaba okuma güçlüğü çeken voleybolcu. Onu evden attılar. Sonraki 3 günüyse hayal meyal hatırlıyor.
Possible side effects include blurred vision and shortness of breath.
Olası yan etkiler arasında bulanık görme ve nefes darlığı bulunmaktadır.
devastation
devastation
i. harap etme, yakıp yıkma, haraplık, tahribat
Examples
The devastation in Kobe was as terrible as I had imagined.
Kobe’nin yıkımı düşündüğüm kadar kötüydü.
startled
startled
s. şaşıp kalmak
ürkütmek
Examples
We were startled by the explosion.
Patlamadan dolayı ürktük.
He was so startled that he ran outside barefoot.
O kadar ürkmüştü ki yalınayak dışarı koştu.
doze off
doze off
içi geçmek, uyuyakalmak, uyuklamak
Examples Nicholas dozed off during the meeting. Nicholas toplantı sırasında uyukladı. He dozed off in history class. O, tarih dersinde uyukladı.
landslide
landslide
i. toprak kayması, heyelan, göçme
Examples
Traffic was blocked by a landslide.
Trafik bir heyelan tarafından engellendi.
siege
siege
i. kuşatma, çevresini sarma, ele geçirmeye uğraşma, hastalık devresi, tezgâh (iş)
Examples
The Turks held siege over the Castle of Eger for a long time.
Türkler Eğri Kalesi’ni uzun süre kuşattılar.
joint
joint
f. birleştirmek, bitiştirmek, eklemek
i. birleşme yeri, esrar, ek yeri, eklem, ot, mafsal, batakhane, esrarlı sigara
s. müşterek, ortaklaşa, birlikte, ortak, birleşik, birleşmiş
Examples The knee is the body's largest joint. Diz vücudun en büyük eklemidir. They made a joint decision to divorce. Boşanmak için ortak bir karar aldılar.
sore
sore
i. yara
s. yaralı, iltihaplı, ağrılı, ağrıyan, acıyan, vahim, kırgın, kızgın, öfkeli, hassas, alıngan
zf. feci şekilde, fena halde, şiddetle
Examples She was sore at me for being late. Geç kaldığım için bana kırıldı. I have a sore throat and runny nose. Boğazım ağrıyor ve burnum akıyor.
bump
bump
f. çarpmak, bindirmek, toslamak, çarpışmak
i. çarpışma, çarpma, darbe, yumru, tümsek, sarsıntı, uçağın düzensiz devinimi
ünl. küt
Examples He bumped his head against a post. Başını bir sütuna çarptı. I bumped into Nicholas the other night. Geçen gece tesadüfen Nicholas'la karşılaştım.
robe
robe
f. giydirmek, örtmek, sarmak, giymek (cüppe vb.)
i. rop, kaftan, lata, cüppe, giysi, elbise, sabahlık, bornoz, uzun elbise
Examples
The pope appeared in his red robe.
Papa kırmızı elbisesi ile göründü.
Mary walked through the living room in her pink robe.
Mary pembe elbisesiyle oturma odasını gezdi.
offend
offend
f. incitmek, kırmak, rencide etmek, gücendirmek, hoşgelmemek, küstürmek, suç işlemek, saldırmak, kırılmak
Examples
If I didn’t go to their party, they’d be offended.
Eğer partilerine gitmeseydim çok gücenirlerdi.
Nicholas didn’t mean to offend anyone.
Nicholas kimseyi gücendirmek istemedi.
neglect
neglect
f. aldırmamak, asmak, boşlamak, ihmal etmek, unutmak
i. ihmal, ilgisizlik, boşlama, bakımsızlık
Examples
I regret having neglected my health.
Sağlığımı ihmal ettiğim için pişmanım.
Nicholas was accused of neglecting his duty.
Nicholas görevini ihmal etmekle suçlandı.
expedition
expedition
i. acele, çabukluk, hız, sefer, sevk
Examples I watched the expedition as it set off. Yola çıkarken keşif seferini izledim. Who was the leader of the expedition? Seferin lideri kimdi?
hindrance
hindrance
i. engel, mani, engelleme, önleme, ayak bağı
Examples
If you’re not motivated, go back home. You’ll just be a hindrance.
Motive değilsen hemen eve dön. Sadece bir ayak bağı olacaksın.
I’m just a hindrance.
Tam bir ayak bağıyım.
inflatable
inflatable
s. şişirilebilir, şişme
Examples
Tom slept on the inflatable mattress.
Tom şişme yatak üzerinde uyudu.
beacon
beacon
f. işaret koymak, yol göstermek
i. fener, işaret ateşi, işaret kulesi, uyarı ışığı, radyofar, yol gösteren sinyal, trafik lâmbası
Examples
Alone! Alone! No beacon, far or near! No chart, no compass, and no anchor stay!
Ada Cambridge
Yalnızız!, yalnızız!, deniz feneri yok, uzaktamıyız yakındamıyız!Deniz haritası yok, pusula yok ve kalmak için çapamız yok!.
ration
ration
f. karne ile vermek, tayına bağlamak
i. istihkak, yiyecek payı, tayın
Examples
The food rations for our Roman soldiers were always well planned.
Roma askerlerimizin yiyecekleri herzaman iyi planlanmıştı.
Rations consisted primarily of grains; namely corn, wheat and barley.
Er aşları öncelikle tahıllardan oluşmaktaydı; yani darı, buğday ve arpa.
can’t afford
göze alamamak
ancient
ancient
s. eski, çok eski, eskiden kalma
Examples Achilles was an ancient Greek hero. Achilles antik bir Yunan kahramanıydı. Rome has a lot of ancient buildings. Roma bir sürü antik yapılara sahiptir.
for being
olduğu için
Examples
Don’t be sad for being without someone who is happy being without you.
Senle olmaktan mutlu olmayan biriyle olmadığın için üzülme.
She made an excuse for being late.
Geç kaldığı için özür diledi.
rampage
rampage
f. öfkelenmek, kudurmak, sağa sola sataşmak
i. heyhey, tantana
Examples
He went on the rampage when he heard what you said.
Senin ne dediğini duyunca dağıttı.
An assailant kills a teacher in a rampage at a school in the western German city of Ludwigshafen, police say.
Bir batı Alman şehri olan Ludwigshafen’de bir okuldaki saldırıda bir saldırganın bir öğretmeni öldürdüğünü söylüyor, polisler.
grandiose
grandiose
s. heybetli, görkemli, muazzam, göz alıcı, tantanalı
Examples
It’s fine to make grandiose plans, but I’d like you to start with what you have on your plate.
Bu görkemli planları yapmak iyi fakat tabağında sahip olduğunla başlamanı istiyorum.
delusion
delusion
i. düş, hayal, kuruntu, vesvese; yanılgı
Examples
because that’s…
that’s just delusion.
Çünkü bu… Bu bir hayal.
When I was a kid, I thought that if I died the world would just disappear. What a childish delusion! I just couldn’t accept that the world could continue to exist without me.
Çocukken ,ölürsem dünyanın hemen ortadan kaybolacağını düşündüm.Ne çocukça bir aldanma!Ben sadece dünyanın bensiz devam edip var olacağını kabullenemiyordum.
retrieve
retrieve
f. geri almak, kavuşmak, telâfi etmek, kurtarmak, avı bulup getirmek (köpek)
Examples
The clock you retrieved was designed by Giovanni Donato. His initials are engraved on the bottom.
Aldığınız saat Giovanni Donato tarafından tasarlanmıştır. Onun baş harfleri en alta kazınmıştır.
Please wait until the bus has come to a complete stop before standing up and retrieving your luggage.
Ayağa kalkmadan ve bagajını almadan önce lütfen otobüs tamamen duruncaya kadar bekle.
sustenance
sustenance
i. yaşatma, destek, yardım, besleyici değer, besleme, besin, gıda
leech
leech
i. sülük, asalak tip, doktor (kötü)
Examples
The leech sucked his blood.
Sülük onun kanını emdi.
huddle
huddle
f. sürü gibi toplanmak, bir araya toplamak, toplamak, tıkıştırmak, aceleyle giyinmek
i. kalabalık, yığın, karışıklık
Examples
the huddled masses turn for comfort…
halkın sadık dini lideri…
They went into a huddle and decided to leave the job.
Baş başa verip konuştular ve işi bırakmaya karar verdiler.
undo
undo
f. açmak, çözmek, sökmek, telâfi etmek, bozmak, mahvetmek
Examples
I’m not gonna try to defend, or undo what’s been done. All I could say about whatever’s been done, it’s been done, and it’s water under the bridge. I have no regrets of my life.
Ike Turner
Olan biteni savunmaya veya silmeye çalışmayacağım. Olan bitenle ilgili söyleyebildiğim tek şey olmuş olması ve köprünün altından çok sular geçmiş olmasıdır. Hayatımda hiç pişmanlığım yok.
Do what you have left undone, if anything.
Eğer varsa yapılmamış olarak bıraktıklarını yap.
conspire
conspire
f. gizlice anlaşmak, anlaşmak, komplo kurmak; fesat çıkarmak; birlik olmak; suikâst hazırlamak; kurmak
Examples
Your hatred of the Peacekeepers can never approach ours. Fate has conspired to forge this alliance
Arabuluculara karşı nefretin bizim nefretimizin yanından bile geçemez. Kader bu birliği bozmak için uğraşıyor.
- You two have a date?
- No, it’s the Cardinal. He’s conspiring against the King.
- İkinizin, randevusu mu var?
- Hayır, Kardinalin var. Krala karşı suikast hazırlıyor.