book 29 Flashcards
invincible
invincible
s. yenilmez
Examples
Do you know? This armour has been disappeared for a long time. With this, I’m invincible now
Biliyor musun? Bu zırh uzun bir süredir kayıptı. Bununla şimdi yenilmezim.
‘I’m invincible!’, said Tom before dying.
‘Ben yenilmezim!’, dedi Tom ölmeden önce.
arrogant
arrogant
s. kendini beğenmiş, gururlu, kibirli, küstah, haddini bilmez, mağrur (küstahça)
Examples
No woman is as arrogant as she is.
Hiçbir kadın onun olduğu kadar kibirli değildir.
I couldn’t put up with her arrogant behavior.
Onun küstah tavırlarına dayanamadım.
flaw
flaw
f. çatlatmak, yarmak, sakatlamak, zarar vermek, hasara uğratmak
i. özür, kusur, defo, hata, üretim hatası, noksanlık, çatlak
Examples
You have an eagle eye for even tiny flaws.
Minik kusurları bile görebilecek keskin göze sahipsin.
Despite her flaws, I’m fond of her.
Onun kusurlarına rağmen ona düşkünüm.
Reach out
reach out
elini uzatmak, uzanmak
Examples
The boy reached out for another piece of cake.
Çocuk bir parça daha kek için uzandı.
Jack reached out for the magazine on the shelf.
Jack raftaki dergi için uzandı.
wayward
wayward
s. kararsız, tutarsız, nazlı, şımarık, ters, dik başlı, asi, kaprisli
inspect
inspect
f. denetlemek, teftiş etmek, kontrol etmek, yoklamak, muayene etmek
Examples The general inspected the troops. General birlikleri denetledi. A serviceman inspected our furnace. Bir servis elemanı bizim fırını denetledi.
tamper
tamper
f. karışmak, kurcalamak, rüşvetle kandırmak
Examples The documents were tampered with. Belgeler tahrif edildi. Be careful not to tamper with it. Onu tahrif etmemeye dikkat et.
tease
tease
f. takılmak, sataşmak, kızdırmak, ditmek, kabartmak (kumaş)
i. baş belâsı, takılan kimse, kızdırıp kimse
Examples
I can’t stand to see animals be teased.
Hayvanların kızdırıldığını görmeye dayanamıyorum.
You’re from the country, right? You’ve been teased a lot? What did your father do?
Taşralısın değil mi? Çok alay edildin mi? Baban ne yapardı?
light saber
ışın kılıcı
not a day has gone by when I haven’t thought of you.
seni düşünmediğim bir gün geçmedi.
regardless
regardless
s. dikkatsiz, kayıtsız, aldırışsız
zf. her şeye rağmen, ne olursa olsun
Examples
I will go regardless of the weather.
Hava nasıl olursa olsun gideceğim.
She buys what she wants regardless of the cost.
Maliyeti ne olursa olsun istediğini alır.
diminished
diminished
s. azaltılmış, düşürülmüş
Examples
Mass acceleration is diminishing. Over He is OK The vehicle is hot, but we are showing no radioactivity.
Kütle ivmesi azalyor. Bitti. O iyi. Araç sıcak, ama radyoaktivite görünmüyor.
There is a minimal disturbance in the electromagnetic field. Mass acceleration is diminishing.
Elektromanyetik alanda minimal bir bozulma var. Kütle ivmelenmesi kayboluyor-azalıyor.
soothing
soothing
s. yatıştırıcı, sakinleştirici, rahatlatıcı, teskin edici, dinlendirici, huzur veren
Examples This medicine will soothe your headache. Bu ilaç baş ağrınızı yatıştıracaktır. He tried to soothe the angry man. Öfkeli adamı yatıştırmaya çalıştı.
deadbeat
deadbeat
i. borcunu ödemek istemeyen kimse, avantacı, beleşçi kimse
s. bitkin, perişan
Examples
I’m not a deadbeat.
Ben beleşçi değilim.
Why would she go out of her way to help a deadbeat like you?
O, eden senin gibi bir avantacıya yardım etmek için zahmete girerdi?
hull
hull
f. kabuğunu soymak, kabuğunu çıkarmak, geminin teknesini vurmak
i. kabuk, çerez kabuğu, tekne, gemi teknesi, gövde
Examples
They scraped barnacles off the hull of the ship.
Geminin gövdesinden kaya midyelerini sıyırdılar.
I’m very impatient. I am. That’s the bane of my game. I don’t think about what I’m going to do - I just go hit it, I don’t stop to wait and think. Costs me two shots a round.
Brett Hull
Ben çok sabırsızım, ben. O, oyunumun yıkımıdır. Ne yapacağım hakkında düşünmem. Sadece gider ona vururum, beklemek ve düşünmek için durmam. Bana bir rauntta iki atışa malolur.
stunning
stunning
s. serseme çeviren, hayret verici, çekici, çarpıcı, nefis, müthiş
Examples
That dress looks stunning on you.
Şu elbise üstünde çok güzel görünür.
They were stunned after finding out about his resignation.
Onlar onun istifasını öğrendikten sonra çok şaşırdılar
avid
avid
s. hırslı, açgözlü, doymayan, doyumsuz, arzulu
Examples Tom is an avid art collector. Tom hırslı bir sanat kolleksiyoncusu. Tom is an avid cyclist. Tom, hevesli bir bisikletçidir.
rehearsal
rehearsal
i. prova [tiy.], tekrarlama, sayıp dökme
Examples
Nicholas and Mary had to go to band rehearsal.
Nicholas ve Mary bando provasına gitmek zorundaydı.
I’d hate to take your valuable rehearsal time, but…
Değerli prova vaktinizi almaktan nefret ediyorum,
hectic
hectic
s. ateşli, heyecanlı, telaşlı, yoğun
Examples
After a hectic few days at work, Tom is looking forward to a change of pace.
İşte yoğun geçen birkaç günden sonra, Tom bir değişikliği iple çekiyor.
Things got a bit hectic.
İşler biraz telaşlı.
pace
pace
f. adımlamak, yürümek, volta atmak, düzene sokmak, hızını ayarlamak, rahvan gitmek
i. adım, yürüyüş, uygun adım yürüyüş, hız
zf. izniyle
Examples
His salary can’t keep pace with inflation.
Onun aylığı enflasyona ayak uyduramıyor.
Fat, bald Kaufman paces furiously in his bedroom.
Şişko, kel Kaufman burnundan soluyarak yatak odasında volta atıyor.
prudent
prudent
s. ihtiyatlı, tedbirli, sağduyulu, tutumlu, sağgörülü
Examples
- What are you trying to tell me?
- That as a matter of law, the truth is irrelevant. We have no knowledge the story is false, therefore we’re absent malice.
- But we’ve been both reasonable and prudent.
- Bana ne söylemeye çalışıyorsun?
- Kanuna göre gerçeğin alakasız olduğunu. Hikayenin yanlış olduğuyla ilgili bir bilgimiz yok, bu yüzden de varolmayan suç karşıtlarıyız.
- Ama her ikimiz de akıllı ve mantıklıydık.
A prudent question is one-half of wisdom.
Güzel soru, ilmin yarısıdır.
predominantly
predominantly
z. genelde, çoğu: The representatives were predominantly European. Temsilcilerin çoğu Avrupalıydı.
atrocity
atrocity
i. vahşet, canavarlık, gaddarlık, acımasızlık; gaf, pot
Examples
Many atrocities were committed during the war.
Savaş boyunca birçok zulüm yapıldı.
inherently
inherently
zf. doğal olarak, doğasında, doğuştan
Examples
Women are not inherently passive or peaceful.
Robin Morgan
Kadınlar doğası gereği pasif ve uysaldırlar.
People are inherently good.
İnsanlar doğal olarak iyi.
propelling
propelling
s. iten, itici
Examples
You don’t just throw the ball - you propel it.
Warren Spahn
Topu sadece fırlatmazsın, onu öne sürüklersin.
- Is it complicated?
- Quite a simple game really, the chap are in two teams of 15 each and they use a jolly old pumpkin in the shape of an orange, now the object is to propel the pumpkin as best you can.
- Karışık mı?
- Çok basit bir oyun aslında, her biri 15 kişilik iki takıma ayrılıp portakal şklinde çok eski bir kabak kullanılıyor. Amaç kabağı yapabildiğin kadar ileri sürmek.
intrigue
intrigue
f. entrika çevirmek, gizlice sevişmek, ilgisini çekmek, ayartmak, kandırmak, şaşırtmak
i. entrika, dolap, fesat, dalavere
Examples
It’s got mystery, intrigue, romance.
Bir romantizmi, entrikaları ve gizemi var.
Lawrence was the talkative type who would never take no for an answer, and Nancy was rather intrigued by the whole matter so she decided to meet Kay Bartok.
Lawrence öyle konuşkan bir insandı ki, ona asla hayır diyemiyordu insan. Bu mesele Nancy’nin fazlasıyla ilgisini çekmişti ve Kay Bartok’la tanışmaya karar verdi.
notion
notion
i. kavram, fikir, görüş, kanı, eğilim, heves
Examples
He had no notion of leaving his hometown.
Onun memleketi terk etme düşüncesi yoktu.
Perhaps it doesn’t understand English, ‘ thought Alice; ‘I daresay it’s a French mouse, come over with William the Conqueror.’ (For, with all her knowledge of history, Alice had no very clear notion how long ago anything had happened.)
Belki de İngilizce anlamıyordur’ diye düşündü Alice; ‘Bence Fatih William ile birlikte gelen bir Fransız faresi.’ (Tüm tarih bilgisiyle Alice’in her şeyin ne kadar zaman önce olup bittiğine dair çok berrak bir fikri yoktu.)
forfeit
forfeit
f. kaybetmek, ceza olarak kaybetmek
i. bedel, ceza olarak kaybetme, ihmalden dolayı kaybedilen şey, kayıp, zarar, ceza
Examples
Hang anybody that gives him shelter or aid.
- Yes, Your Highness.
-His possessions are forfeit to the crown. Seize his castle and his lands.
Ona barınma sağlayan ya da yardımda bulunan herkesi asın.
-Evet, ekselansları.
-Sahip oldukları taca karşı bedel olarak alınacaktır. Kalesini ve topraklarına el koyun.
If the air traffic controllers do not report for work within 48 hours, they have forfeited their jobs
Eğer trafik kontrolörleri 48 saat içinde durumu rapor etmezlerse, işlerini kaybedekler.
ambiguous
ambiguous
s. iki anlamlı, belirsiz, müphem; lastikli
Examples He might say something ambiguous again. Tekrar belirsiz bir şey söyleyebilir. The meaning of this sentence is ambiguous. Bu cümlenin anlamı müphemdir.
scrambling
scramble
f. çabalamak, sürünerek ilerlemek, güçlükle ilerlemek, mücâdele vermek, karıştırmak, çırpmak [yum.], yağda pişirmek
i. güçlükle ilerleme, tırmanış, çabalama, mücâdele, motokros yarışı, acele havalanma
Examples
Three scrambled egg whites,
Üç yumurtadan omlet,
You know you got a plate of scrambled egg in the bathtub?
Küvette bir tabak omlet yediğini biliyor musun?
fertile
fertile
s. bereketli, verimli, zengin, doğurgan, yaratıcı, üretken
Examples
I’d say I would expect to be fertile again at the end of the cycle,
Etkisinin tamamen geçmesi âdet döneminin sonunu bulabilir…
- Oh, there’s no hurry. I’ll show you everything. You’ll be the overseer here. We harvest twice a year, it’s that fertile.
- Oh, aceleye gerek yok. Sana herşeyi göstereceğim. Burada yönetici olacaksın. Yılda iki kez hasat ediyoruz, o kadar verimli yani.
almond
almond
i. badem
Examples
The weird thing was that Soft Cell was supposed to have come and gone before I started the album.
Marc Almond
Tuhaf şey, ben albüme başlamadan önce Soft Cell in gelip ve gittiğinin sanılmasıydı.
I have a hard time defending the production of candy, given that it is basically crack for children and makes them dependent in unwholesome ways.
Steve Almond
Onun çocuklar için birinci sınıf birşey olduğu, onları sağlıksız yollardan bağımlı yaptığı gözönüne alınırsa şekerleme üretimini savunmada zorlanıyorum.
hive
hive
f. kovana koymak, kovanda toplamak, toplamak, istiflemek, kovana girmek, toplu olarak yaşamak
i. arı kovanı, kovan, arı kovanı gibi yer, topluluk, kalabalık
Examples
- You’re in a bee hive, pal. We’re all busy little bees, full of stings, making honey day and night.
- Arı kovanındasın, dostum. Hepimiz gece ve gündüz şeritlerce bal yapan birer küçük arıyız.
Oh. I… I get hives tap-dancing for these idiots. I get a little stressed out.
Oh..Ben.Stressden oluyor. bu idiot herifler beni sinir ediyor.
clay
clay
i. kil, toprak, çamur, çömlekçi çamuru, toprak künk; balçık, yerküre, insan vücudu, hamur
Examples
He made a little statue out of soft clay.
O yumuşak kilden ufak bir heykel yaptı.
Clay did not agree with all of Adams’s policies.
Clay Adams’ın tüm politikaları ile aynı fikirde değildi.
catch on
catch on
anlamak, kavramak, tutulmak, moda olmak
Examples
I couldn’t catch on to the joke he told us.
Onun bize anlattığı şakayı anlayamadım.
Nicholas’ a beginner but he catches on fast.
Nicholas yeni başladı fakat çabuk anlıyor.
end up
end up
bitmek, sonuçlanmak, boylamak, düşmek, olup çıkmak
Examples
She ended up getting married to him.
Sonunda onunla evlendi.
Nicholas ended up marrying Mary after all.
Nicholas sonunda Mary ile evlenmekten vazgeçti
veil
veil
f. peçe takmak, peçe ile örtmek, gizlemek, maskelemek
i. peçe, başörtüsü, yaşmak, duvak, rahibe başlığı, örtü, perde [fot.], maske, bahane
Examples
This bride is covering her face with a veil.
Bu gelin yüzünü bir peçe ile örtüyor.
To the king who rules the Delta, let us raise festival hymns Let the lotus and the laurels crown the conqueror’s brow Let a sweet shower of flower veil the arms of war. Let us dance,
Delta’yı yöneten krala, izin ver etrafta festival ilahileri yükselsin, . Bırak nilüfer çiçekleri ve defneler fatihin çehresini taçlandırsın. Bırak çiçekler yağsın gökyüzünden ve savaşın kollarını duvaklandırsın. İzin ver dans edelim.
narrow
narrow
f. daraltmak, kısmak, daralmak
s. dar, kısıtlı, sınırlı
Examples
Some streets are narrow and some streets are broad.
Bazı sokaklar dar, bazıları ise geniştir.
There’s narrow road to the village.
Köye giden dar bir yol var.
fragrant
fragrant
s. güzel kokulu, kokulu, mis kokulu, hoş
Examples
These flowers are not only beautiful but also fragrant.
Bu çiçekler sadece güzel değil fakat aynı zamanda güzel kokulu da.
centrifugal
centrifugal
s. merkezkaç, santrifüj, merkezden uzaklaşan
garment
garment
i. elbise, giysi, örtü, kılıf
Examples
They were here to dress me in my new garments befitting my Pharaoh status.
Firavun statüme uygun yeni giysilerimi giydirmek için buradaydılar.
We plan to change the work over to garment production.
İşi giysi üretimine çevirmeyi planlıyoruz.
collaboration
collaboration
i. işbirliği, birlik, işbirlikçilik
Examples
Collaboration is no longer painful - or precious.
Vince Clarke
İşbirliği artık zahmetli yada değerli değildir.
mold
mold
f. şekil vermek, biçimlendirmek, kalıba dökmek, küflendirmek, küflenmek
[mold (Amer.) ] i. kalıp, şekil, yapı, yaradılış, küf, gübreli toprak, humuslu toprak
Examples
Oh, don’t worry about it. There are no termites. e mold killed them.
Merak etme. Hiç beyaz karınca yoktu. Küfler onları öldürmüş.
Oh, don’t worry about it. There are
no termites. e mold killed them.
Merak etme. Hiç beyaz karınca
yoktu. Küfler onları öldürmüş.
stationer
stationer
i. kırtasiyeci
mitigates
mitigate
f. hafifletmek, azaltmak, yatıştırmak
governess
governess
i. mürebbiye, dadı, özel hoca, eğitici kadın
allocation
allocation
i. pay ayırma, bölüştürme, paylaştırma, dağıtma, ödenek, tahsis, pay
Examples
Allocation of resources can be a difficult task when you have no resources at all.
Eğer hiç kaynağın yoksa kaynakların tahsisi zor bir görev olabilir.
well in advance
Peşinen
versatile
versatile
s. çok yönlü, dönek, becerikli, değişken
Examples
Tom is quite versatile, isn’t he?
Tom oldukça çok yönlü, değil mi?
imposing
imposing
s. heybetli, azametli, etkileyici
Examples
Nicholas didn’t want to impose on Mary.
Nicholas Mary’ye zorla kabul ettirmek istemiyordu.
She imposes on her friends too often.
Çok sık arkadaşlarının zaafından yararlanıyor.