book 30 Flashcards
indicated on
belirtilen
indicated
[indicate] f. göstermek, belirtmek, işaret etmek, bildirmek, çıtlatmak, gerektirmek
Examples The sign indicates the way to go. Sinyal gidecek yolu gösterir. A closed fist can indicate stress. Kapalı bir yumruk stres gösterebilir.
underemployment
eksik istihtam
creation
creation
i. yaradılış, hilkat, kreasyon; alem, evren; atama; eser; oluşum; buluş
i. dünyanın yaradılışı
Examples
The world is blessed with beautiful, valuable, elegant, and priceless creations, and you are a good example
Dünya güzel, değerli, zarif ve eşsiz şeylerle bezeli ve sen bunların en iyi örneğisin.
The pope said recently that the theory of evolution–is not reconcilable–with the doctrine of creation.
Papa geçenlerde, evrim teorisinin yaratılış doktrini ile uzlaştırılabilir olmadığını söyledi.
interdependent
interdependent
s. birbirine bağlı, bağımlı
intrigue
intrigue
f. İlgisini Çekmek entrika çevirmek, gizlice sevişmek, ilgisini çekmek, ayartmak, kandırmak, şaşırtmak
i. entrika, dolap, fesat, dalavere
Examples
It’s got mystery, intrigue, romance.
Bir romantizmi, entrikaları ve gizemi var.
Lawrence was the talkative type who would never take no for an answer, and Nancy was rather intrigued by the whole matter so she decided to meet Kay Bartok.
Lawrence öyle konuşkan bir insandı ki, ona asla hayır diyemiyordu insan. Bu mesele Nancy’nin fazlasıyla ilgisini çekmişti ve Kay Bartok’la tanışmaya karar verdi.
prodigious
prodigious
s. müthiş, şaşılacak, olağanüstü, harika, kocaman
sophisticated
sophisticated
s. sofistike, bilgili, içerikli, bilge, entellektüel, kültürlü, tecrübeli, çok yönlü, gelişmiş, ileri, komplike, kaşarlanmış, pişkin, çokbilmiş, yapmacık, düşünceli
Examples
He looks quite sophisticated for his age.
Yaşına göre oldukça sofistike görünüyor.
Art cannot result from sophisticated, frivolous, or superficial effects.
Hans Hofmann
Sanat, çok yönlü, anlamsız ya da yüzeysel etkiler sonucu olamaz.
mounted
mounted
s. atlı, binmiş, takılı, mukavvaya yapıştırılmış, kakma
Examples Nicholas mounted his horse and rode off. Nicholas atına bindi ve yola çıktı. He was the first man that climbed Mount Everest. Everest Dağı'na tırmanan ilk insandı.
rear
rear
f. yetiştirmek, büyütmek, kaldırmak, yukarı kaldırmak, dikmek, inşa etmek, şahlanmak, yükseltmek
i. arka, geri, arka taraf, ters taraf, geri plân, kıç, popo, tuvalet
s. arka, geri, arkadaki, art
Examples
Please move to the rear of the bus.
Lütfen otobüsün arkasına doğru ilerleyin.
The hijackers moved to the rear of the plane.
Korsanlar uçağın arkasına ilerledi
ejection
ejection
i. dışarı atma, çıkarma, tahliye, çıkan şey, fırlama
applied
applied
s. uygulamalı, pratik
Examples You should apply for that job. Bu işe başvurmalısın. She applied a bandage to the wound. Yaraya bir bandaj uyguladı.
inextricably
Ayrılmaz
incendiary
incendiary
i. kışkırtıcı kundakçı, yangın çıkaran kimse, kışkırtıcı, yangın bombası
s. yangın çıkaran, kundakçı, kışkırtıcı, tahrik edici
projectile
projectile
i. mermi, kurşun, roket
s. fırlatıcı, atıcı, itici, atma
repel
repel
f. itmek, itelemek, püskürtmek, geri çevirmek, reddetmek, defetmek, geçirmemek, iğrendirmek, itici gelmek
i. geri itme
Examples They say that garlic repels mosquitoes. Onlar sarımsağın sivrisinekleri ittiğini söylüyor. There are plants that repel insects. Böcekleri uzaklaştıran bitkiler var.
sabre
sabre
f. kılıçtan geçirmek, kılıçla kesmek, kılıçla vurmak
i. kılıç, süvari kılıcı, eskrim kılıcı
crossbow
crossbow
i. yaylı tüfek
Examples Nicholas shot at Mary with a crossbow. Nicholas Mary'yi yaylı tüfekle vurdu. Tom shot at Mary with a crossbow. Tom Mary'yi yaylı tüfekle vurdu.
descent
descent
i. iniş, alçalma; baskın; çöküş, düşme; madene inme; yokuş; nesil, köken; miras kalma; üşüşme
Examples
For years many of my constituents have been of Italian descent.
Yıllar boyunca seçmenlerim İtalyanlar olmuştur.
Ladies and gentlemen, we are about to begin our descent.
Bayanlar ve baylar yakında inişimize başlamak üzereyiz.
heft
kitapçık
broşür
wobble
wobble
f. sendelemek, sallanmak, bocalamak, tereddüd etmek, titremek, yalpalamak
i. sendeleme, sallanma, bocalama, tereddüd, yalpalama
bring out
bring out
yayımlamak, çıkarmak, ortaya çıkarmak
Examples
He was a very, very difficult man. Very guarded and cagey. I brought out something tender in him.
Çok, çok geçimsiz bir adamdı. Çok tedbirli ve ağzı sıkıydı. İçindeki sevecen bir şeyi ortaya çıkardım.
Do you wanna try it? Good! Mari, bring out the new bottle and some glasses too. Cheers!
Şunu denemek ister misin? İyi! Mari, yeni şişe ve birkaç da bardak çıkar. Şerefe!
liable
liable
s. sorumlu, olası, mesul, yükümlü, eğilimli, duyarlı, muhtemel
Examples
We are all liable to make mistakes.
Hepimiz hata yapmaya karşı yükümlüyüz.
You could get hurt. This thing’s liable to explode and blow your ears off.
Yaralanabilirdin. Bu nesne patlamaya ve kulaklarını uçurmaya eğilimlidir.
self-conscious
self-conscious
s. içine kapanık, sıkılgan kendini bilen, ne yaptığını bilen,
Examples
She had always been shy, self conscious, and often unhappy about her appearance.
Her zaman utangaç, kendi halinde ve genellikle görünüşünden mutsuzdu.
Tom is very self-conscious.
Tom çok içine kapanık.
defect
defect
f. döneklik etmek, ayrılmak; kaçmak; iltica etmek, sığınmak
i. eksiklik, kusur, noksan; özür, sakatlık; bozukluk, arıza
Examples
They checked the machine for defects.
Arızalar için makineyi kontrol ettiler.
He defected to the Soviet Union in the 1950’s.
1950’lerde Sovyetler Birliğine iltica etti.
quote - unquote
Tırnak açmak
Tırnak Kapatmak
Alıntı yapmak
Fiddlesticks!
fiddlesticks
ünl. saçma, zırva
courteous
courteous
s. kibar, nazik, ince, saygılı
Examples
I like him not because he’s courteous but because he’s honest.
Onu nazik olduğu için değil fakat dürüst olduğu için seviyorum.
I think Tom is courteous.
Tom’un saygılı olduğunu düşünüyorum.
cherub
cherub
i. melek, melek çocuk, melek çocuk resmi; nur yüzlü kimse, nurtopu gibi çocuk
needy
needy
s. muhtaç, yoksul, fakir
Examples
Free social care for the most needy and a legal obligation to halve the budget deficit are to be outlined in the Queen’s Speech.
Fakirler için ücretsiz sosyal bakım ve bütçe açığını yarıya indirme zorunluluğu Kraliçe’nin konuşmasında genel olarak geçecek.
He is the founder of Brothers in Unity which has now extended its work to needy children from Iraq and Jordan.
O, Irak ve Ürdün’deki fakirlere yardım eli uzatacak Kardeşlerin Birliği derneğinin kurucusudur.
clingy
clingy
s. yapışan, yapışkan, sarılan
Examples
Why are you so clingy?
Neden bu kadar ilgi meraklısısın?
unsettling
unsettle
f. yerinden çıkarmak, huzurunu kaçırmak, sarsmak, heyecanlandırmak, düzenini bozmak, karıştırmak
Examples They left the situation unsettled. Durumu askıda bıraktılar. We shouldn't leave the matter unsettled. Konuyu halletmeden bırakmamalıyız.
astute
astute
s. zeki, akıllı, cin gibi, kurnaz, açıkgöz
Examples
You’re very astute.
Çok zekisin.
An astute reader should be willing to weigh everything they read, including anonymous sources.
Akıllı bir okuyucu, anonim kaynaklar dahil, okudukları her şeyi tartmak için istekli olmalıdır.
obnoxious
obnoxious
s. çirkin, iğrenç, pis, kötü, uygunsuz
Examples
- I really hate a man with an obnoxious dog. I don’t hate just the dog, I hate the owner.
- Sevimsiz köpeği olan adamlardan gerçekten nefret ediyorum. Sadece köpekten nefret etmiyorum. Sahibinden de nefret ediyorum.
Do people ever accuse you of being obnoxious?
İnsanlar seni hiç iğrenç olmakla suçluyorlar mı?
viable
viable
s. yaşayabilir, yaşar, geçerli
Examples
-The task is risky, though not impossible And the most vital thing to do is to free the elevators
But I’ll come to that after we’ve fixed the crack
-Your opinion Theoretically viable, but no one has ever tried it
-İlk görev riskli, ama yapılması imkansız değil. Ve yapılması gereken en önemli şey, asansörlerin serbest bırakılması. Ama bu konuya daha sonra geleceğim.
-Fikriniz. Teorik olarak geçerli, ama bunu hiç kimse denemedi şimdiye dek.
The first person at a crime scene often turns out to be a viable suspect.
Olay yerinde görülen ilk kişi, genellikle en geçerli şüpheli olarak çıkar karşımıza.
enabling
enabling
[enable] f. yetki vermek, olanak vermek, olanak tanımak, izin vermek
Examples
The scholarship enabled her to study abroad.
Burs onun yurt dışında eğitim yapmasını sağladı.
The scholarship enabled him to study abroad.
Burs onun yurt dışında eğitim yapmasını sağladı.
implications
etkileri
implication
i. bulaştırma, içine sokma, dolaşma, içerme, ima etme, dolaylı anlatma
Examples
Now freeze image Diaz just stole the mind control software The global implication of this theft are enormous, and our government wants these disks back in safe hands.
Halihazırda donuk suratlı Diaz zihin kontrol yazılımını çalmıştı, bu hırsızlığın küresel sonuçları muazzam olduğundan, hükümetimiz disklerin güven altına alınmasını istemektedir.
Hearing (from Anna) peculiar stories, sometimes with tragicomic implications - typical of a well-rooted Greek culture, where everyday life combines itself with well-being, glee and bothers – I have discovered a city that has no parallel in the world.
Bazen içinde sağlıklı, keyifli, sıkıntılı, günlük hayatın birleştirildiği köklü Yunan kültürünün tipik trajikomik sonuçların olduğu özgün hikayeler dinleyerek (Anna’dan) dünyada benzeri olmayan bir şehir keşfettim.
perceive
perceive
f. algılamak, hissetmek, sezmek, kavramak, kestirmek, idrak etmek, farketmek, seçmek
Examples
Beauty, whether moral or natural, is felt, more properly than perceived.
David Hume
Güzellik, ister ahlaki ister doğal olsun, algılanandan daha doğru hissedilir.
To understand is to perceive patterns.
Isaiah Berlin
Anlamak, kalıpları algılamaktır. Isaiah Berlin
enhanced
enhanced
Gelişmiş
[enhance] f. artırmak, yükseltmek, büyütmek, abartmak
Examples
Irene’s sister, conscious of her inability to compete with the beauty and enhancing manner of Irene was perfectly content to be only a pale reflection of our yellow-haired commander.
İrene’nin gelişen tavırları ve güzelliğiyle rekabet edemeyeceğinin farkında olan İrene’nin kardeşi, bizim sarı saçlı komutanımızın sadece soluk bir yansıması olmaktan tamamen memnundu.
If you have a good garden, it will enhance the value of your house.
Eğer iyi bir bahçeniz varsa, o, evinizin değerini artıracaktır.
I have been through interesting situation
İlginç bir durum yaşadım
affirmative
affirmative
i. olumlu cevap
s. olumlu, doğrulayıcı, doğrulayan
Examples Affirmative, sir. Olumlu, efendim. Tom answered in the affirmative. Tom olumlu cevap verdi.
concise
concise
s. kısa, özlü, veciz
Examples
The practice of writing poetry, combined with the time constraints of production, engendered Southey’s concise style of prose
Üretmenin verdiği baskının yanısıra, şiir yazma alışkanlığı Southey’in az ve öz olan düzyazı stilinin oluşmasını sağladı.
I’ll be brief and concise.
Kısa ve özlü olacağım.
top-notch
birinci sınıf
dashing
dashing
s. canlı; cesur; atak; havalı, şık, gösterişli
Examples Mother called and I dashed home. Annem çağırınca hemen eve koştum. He dashed to catch the last train. Son trene yetişmek için hızlı koştu.
remedy
remedy
f. tedavi etmek, iyileştirmek, çare bulmak, çözüm getirmek, düzeltmek, onarmak
i. ilaç, tedavi, deva, çare, derman, çözüm
Examples
What is the best remedy for colds?
Soğuk algınlıkları için en iyi ilaç nedir?
Hot lemon with honey is a good remedy for colds.
Ballı sıcak limon soğuk algınlığı için iyi bir ilaçtır.
insularity
insularity
i. dar görüşlülük adalı olma, tecrit, ayırma,
insatiable
insatiable
s. açgözlü, doymak bilmez, doyumsuz, gözü aç
Examples
A brief visit to Nepal started my insatiable love for Asian art.
Richard Ernst
Nepal’e kısa bir ziyaret, Asya sanatına karşı doymak bilmez aşkımı başlattı.
He’s insatiable.
O açgözlüdür.
affinity
affinity
i. akrabalık, dünürlük, benzerlik, yakınlık, ilişki, benzeşme, çekicilik, ilgi, birleşme eğilimi [kim.]
Resurrection
resurrection
i. hazreti İsa’nın dirilişi
i. diriliş, diriltme, yeniden canlanma, yeniden ortaya çıkma, kıyamet
Examples
‘‘l am the resurrection and the life,’ sayeth the Lord.
‘‘Ben, yeniden diriliş ve yaşamım,’ der, Tanrı.
Easter is an important Christian holiday celebrating the resurrection of Jesus Christ.
Paskalya İsa Mesih’in dirilişini kutlayan önemli bir Hıristiyan bayramıdır.
inalienable
inalienable
s. elden çıkarılamaz, devredilemez
legitimately
meşru