Nomen Flashcards
Die jeweiligen
“Die jeweiligen” ist eine deutsche Phrase, die “die jeweiligen” oder “die entsprechenden” bedeutet. Sie wird verwendet, um auf bestimmte Personen, Dinge oder Situationen zu verweisen, die zuvor im Gespräch oder im Kontext erwähnt wurden.
Beispiel:
• Deutsch: “Die jeweiligen Aufgaben wurden den Teammitgliedern zugewiesen.”
• Türkisch: “İlgili görevler takım üyelerine atanmıştır.”
In diesem Satz bezieht sich “die jeweiligen Aufgaben” auf die spezifischen Aufgaben, die den einzelnen Teammitgliedern zugewiesen wurden.
Die Phrase “die jeweiligen” wird oft verwendet, um Klarheit zu schaffen und zu verdeutlichen, dass es sich um bestimmte, zuvor genannte Elemente handelt.
Weitere Beispiele:
• Deutsch: “Bitte senden Sie die jeweiligen Berichte bis Freitag.”
• Türkisch: “Lütfen ilgili raporları Cuma gününe kadar gönderin.”
Hier wird “die jeweiligen Berichte” verwendet, um auf die spezifischen Berichte zu verweisen, die von den Empfängern erwartet werden.
Die Verwendung von “die jeweiligen” hilft, Wiederholungen zu vermeiden und den Text präziser zu gestalten.
Die Gießerei
Gießerei bezeichnet einen Betrieb oder eine Werkstatt, in der Metalle geschmolzen und in Formen gegossen werden, um verschiedene Produkte herzustellen. Dieser Prozess wird als Gießen bezeichnet, und Gießereien sind speziell auf das Formen von Metallteilen und -komponenten spezialisiert, die oft in der Industrie verwendet werden.
Türkçe Açıklama:
Gießerei, metallerin eritilip kalıplara döküldüğü, çeşitli ürünlerin üretildiği bir işletme veya atölye anlamına gelir. Bu işlem “döküm” olarak bilinir ve dökümhaneler, genellikle sanayide kullanılan metal parçaların ve bileşenlerin şekillendirilmesi konusunda uzmanlaşmış işletmelerdir.
Beispielsätze:
1. In der Gießerei werden die Metallteile für Autos hergestellt.
• Dökümhanede, otomobiller için metal parçalar üretilir.
2. Die Gießerei hat sich auf das Gießen von Bronze spezialisiert.
• Dökümhane, bronz dökümünde uzmanlaşmıştır.
3. In der Gießerei müssen die Arbeiter sehr vorsichtig sein, weil sie mit heißem Metall arbeiten.
• Dökümhanede çalışanların, sıcak metal ile çalıştıkları için çok dikkatli olmaları gerekir.
4. Die Gießerei benötigt spezielle Maschinen, um das Metall zu schmelzen und zu gießen.
• Dökümhanenin, metali eritmek ve döküm yapmak için özel makinelere ihtiyacı vardır.
5. Ein Gießereimeister überwacht den gesamten Produktionsprozess in der Gießerei.
• Bir döküm ustası, dökümhanedeki tüm üretim sürecini denetler.
Zusätzliche Information:
Gießereien können verschiedene Arten von Metallen verwenden, wie z.B. Eisen, Aluminium oder Bronze. Diese Metalle werden in speziellen Öfen erhitzt, bis sie schmelzen, und dann in vorbereitete Formen gegossen, um die gewünschten Objekte zu erzeugen.
mit Absicht
• “Kasıtlı olarak”, “bilerek”, “isteyerek”
(Bir eylemin rastlantısal değil, planlanarak veya amaç doğrultusunda yapıldığını belirtir.)
Almanca Açıklama:
• “Mit Absicht” ifadesi, bir eylemin kasıtlı olarak, planlı ve hedefe yönelik bir şekilde yapıldığını ifade eder.
• Bu kalıp, çoğunlukla beklenmedik veya istenmeyen sonuçların, kişinin kasıtlı davranışının sonucu olduğunu belirtmek için kullanılır.
• Genellikle “absichtlich” sözcüğüyle eşanlamlı olarak kullanılabilir.
İngilizce Karşılığı:
• “On purpose”, “intentionally”, “deliberately”
Zıt Anlamlıları:
• “Aus Versehen” (yanlışlıkla, kazara)
• “Unbeabsichtigt” (istemeden, plansızca)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Vorsätzlich” (kasten, bilerek)
• “Bewusst” (bilerek, farkında olarak)
B2 Düzeyinde Almanca Örnekler:
1. “Er hat den Fehler mit Absicht gemacht.”
(Türkçe: Hatasını kasıtlı olarak yaptı.)
2. “Die Tür wurde mit Absicht offen gelassen, damit die frische Luft hereinströmt.”
(Türkçe: Kapı, taze havanın içeri girmesi için bilerek açık bırakıldı.)
3. “Sie hat mich mit Absicht ignoriert, weil sie verärgert war.”
(Türkçe: Sinirli olduğu için beni bilerek görmezden geldi.)
4. “Der Dieb handelte mit Absicht, um nicht entdeckt zu werden.”
(Türkçe: Hırsız, yakalanmamak için kasıtlı olarak hareket etti.)
5. “Mit Absicht kann man manchmal jemanden überraschen, um eine positive Reaktion zu erzielen.”
(Türkçe: Bazen kasıtlı olarak birini şaşırtmak, olumlu bir tepki almak için yapılır.)
Der Anlass / Reason
• “Sebep”, “neden”, “durum”, “vesile”
Almanca Açıklama:
• “Anlass” kelimesi, bir olayın veya durumun nedeni veya başlangıcı anlamında kullanılır. Bir şeyin gerçekleşmesine yol açan faktör ya da durumu ifade eder.
• “Anlass”, bir etkinliğin, kutlamanın veya davranışın arkasındaki motivasyonu veya sebebi tanımlar.
• Kelime genellikle bir olayın ortaya çıkmasını sağlayan özel bir durum, vesile veya fırsatla ilişkilidir.
İngilizce Karşılığı:
• “Reason”, “occasion”, “cause”
Zıt Anlamlıları:
• “Folge” (sonuç, netice)
• “Konsequenz” (sonuç, çıkarım)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Grund” (sebep)
• “Ursache” (neden)
• “Motiv” (motivasyon, harekete geçiren sebep)
1. “Der Anlass für die Feier war der Geburtstag von Anna.” (Türkçe: Kutlamanın sebebi Anna’nın doğum günüydü.) 2. “Aus Anlass des Jubiläums gab es ein großes Fest.” (Türkçe: Yıldönümü vesilesiyle büyük bir parti yapıldı.) 3. “Der Anlass für den Streit war ein Missverständnis.” (Türkçe: Kavganın sebebi bir yanlış anlaşılmaydı.) 4. “Er hat aus Anlass der Beförderung eine Rede gehalten.” (Türkçe: Terfi vesilesiyle bir konuşma yaptı.) 5. “Der Anlass für das Treffen war die Besprechung neuer Projekte.” (Türkçe: Toplantının sebebi yeni projelerin görüşülmesiydi.)
der Zweck
“Zweck” bedeutet das Ziel oder der Nutzen, den man mit einer Handlung, einem Objekt oder einer Idee erreichen möchte. Es beschreibt also die Absicht oder den Grund, warum etwas getan wird.
Türkçe Açıklama:
“Zweck”, bir eylem, nesne veya fikirle ulaşılmak istenen amacı veya faydayı ifade eder. Yani, bir şeyin yapılma nedeni ya da amacı anlamına gelir.
Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Der Zweck dieses Projekts ist es, die Effizienz zu steigern.
• Bu projenin amacı verimliliği artırmaktır.
2. Das Werkzeug dient dem Zweck, die Schrauben festzuziehen.
• Bu aletin amacı vida sıkmaktır.
3. Der Zweck des Gesetzes ist, die Umwelt zu schützen.
• Kanunun amacı çevreyi korumaktır.
4. Der Zweck von Bildung ist es, Wissen und Fähigkeiten zu vermitteln.
• Eğitimin amacı bilgi ve beceri kazandırmaktır.
5. Dieser Plan hat den Zweck, die Kosten zu senken.
• Bu planın amacı maliyetleri düşürmektir.
Diese Sätze zeigen, wie das Wort „Zweck“ verwendet wird, um die Absicht oder das Ziel einer Handlung, eines Werkzeugs oder eines Projekts zu beschreiben.
das Ziel
Ziel bedeutet auf Deutsch ein bestimmtes Vorhaben oder eine angestrebte Absicht, die man erreichen möchte. Es kann sich auf ein persönliches, berufliches, gesellschaftliches oder anderes Ziel handeln.
Türkçe Açıklama:
“Ziel”, belirli bir amaca, hedeften ulaşmayı ifade eden bir kavramdır. Bir insanın ulaşmak istediği hedef veya amaç olarak da tanımlanabilir.
Beispielsätze mit Übersetzung:
1. Mein Ziel ist es, fließend Deutsch zu sprechen.
• Benim hedefim, akıcı bir şekilde Almanca konuşmak.
2. Er hat das Ziel, in den nächsten fünf Jahren eine Führungsposition zu erreichen.
• O, önümüzdeki beş yıl içinde bir liderlik pozisyonuna ulaşmayı hedefliyor.
3. Das Ziel dieser Umfrage ist es, die Kundenzufriedenheit zu messen.
• Bu anketin amacı, müşteri memnuniyetini ölçmektir.
4. Unsere Ziele für das kommende Jahr sind ambitioniert.
• Önümüzdeki yıl için hedeflerimiz hırslı.
5. Das Unternehmen verfolgt das Ziel, den Umsatz im nächsten Quartal zu verdoppeln.
• Şirket, gelecek çeyrekte satışları iki katına çıkarmayı hedefliyor.
“Ziel” wird in vielen Kontexten verwendet, um den gewünschten Endzustand zu beschreiben, den man erreichen möchte.
die Geschehnisse
“Die Geschehnisse” bedeutet auf Deutsch die Ereignisse oder Vorkommnisse, die in der Vergangenheit stattgefunden haben. Es bezieht sich auf Dinge, die passiert sind, insbesondere auf eine Reihe von Ereignissen oder Vorfällen.
Türkçe Açıklama:
“Die Geschehnisse” kelimesi, geçmişte olmuş olayları veya durumları ifade eder. Özellikle bir dizi olay ya da vakanın toplamına işaret eder.
Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Die Geschehnisse der letzten Woche haben alle überrascht.
• Geçen haftaki olaylar herkesi şaşırttı.
2. Er konnte sich an die Geschehnisse der Nacht nicht erinnern.
• Geceki olayları hatırlayamıyordu.
3. Die Geschehnisse in der Stadt wurden in den Nachrichten ausführlich behandelt.
• Şehirdeki olaylar haberlerde ayrıntılı olarak ele alındı.
4. Die Geschehnisse führten zu einer ernsthaften Diskussion.
• Olaylar ciddi bir tartışmaya yol açtı.
5. Die Geschehnisse in der Vergangenheit beeinflussen die Gegenwart.
• Geçmişteki olaylar şimdiki zamanı etkiliyor.
In diesen Beispielen bezieht sich “Geschehnisse” auf Dinge, die stattgefunden haben, oft in einem narrativen Kontext oder als Grundlage für Reflexionen und Diskussionen.
Der Wettkampf / Competition
• “Yarışma”, “rekabet”, “müsabaka”
Almanca Açıklama:
• “Wettkampf” kelimesi, rekabetçi bir ortamda iki ya da daha fazla kişinin ya da takımın yarıştığı veya mücadele ettiği bir durum anlamına gelir. Genellikle spor etkinlikleri, oyunlar veya belli bir başarıya ulaşma amacıyla yapılan yarışmalar için kullanılır.
• Ayrıca, iş veya diğer alanlarda rekabet anlamında da kullanılabilir, ancak en yaygın kullanım spor ve fiziksel yarışmalar ile ilgilidir.
İngilizce Karşılığı:
• “Competition”, “contest”, “race”
Zıt Anlamlıları:
• “Kooperation” (iş birliği)
• “Zusammenarbeit” (birlikte çalışma)
• “Solidarität” (dayanışma)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Wettbewerb” (rekabet, yarışma)
• “Konkurrenz” (rekabet, karşılaşma)
• “Contest” (müsabaka)
1. “Der Wettkampf begann um 10 Uhr und dauerte den ganzen Tag.” (Türkçe: Yarışma saat 10’da başladı ve tüm gün sürdü.) 2. “Im Wettkampf um den ersten Platz gab es viele spannende Momente.” (Türkçe: Birinci olmak için yapılan rekabette pek çok heyecanlı an oldu.) 3. “Sie haben den Wettkampf gewonnen und sind jetzt die besten im Land.” (Türkçe: Yarışmayı kazandılar ve şimdi ülkenin en iyisi oldular.) 4. “Der Wettkampf zwischen den beiden Teams war sehr hart.” (Türkçe: İki takım arasındaki rekabet çok zorluydu.) 5. “Es gab einen Wettkampf im Schwimmen und der Gewinner bekam eine Medaille.” (Türkçe: Yüzme yarışması vardı ve kazanan bir madalya kazandı.)
Die Studiengänge / Academic programs
Der Studiengang / field of study
• “Bölümler”, “programlar”, “eğitim programları”
(Üniversitelerdeki çeşitli akademik programlar veya alanlar.)
Almanca Açıklama:
• “Studiengänge” kelimesi, üniversitelerde veya yükseköğretim kurumlarında sunulan akademik bölümler veya programlar anlamına gelir. Bu terim, belirli bir alanda eğitim almak için seçilen programları ifade eder. Örneğin, bir öğrenci hukuk, tıp, ekonomi gibi alanlarda bir “Studiengang” seçebilir.
• “Studiengang” kelimesi, bir kişinin başladığı ve eğitim aldığı akademik yolculuğu belirtir.
İngilizce Karşılığı:
• “Degree programs”, “academic programs”, “fields of study”
Zıt Anlamlıları:
• “Berufsausbildung” (mesleki eğitim)
• “Weiterbildung” (daha ileri eğitim, sertifika programları)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Fachrichtungen” (alanlar, disiplinler)
• “Studienrichtungen” (eğitim yönelimleri)
• “Kurse” (dersler, kurslar)
1. “An der Universität gibt es viele verschiedene Studiengänge wie Informatik, Wirtschaft und Medizin.” (Türkçe: Üniversitede bilgisayar bilimi, ekonomi ve tıp gibi pek çok farklı bölüm bulunmaktadır.) 2. “Ich habe mich für einen Studiengang in Maschinenbau entschieden.” (Türkçe: Makine mühendisliği programını seçtim.) 3. “Die Universität bietet interdisziplinäre Studiengänge an, die mehrere Fachrichtungen kombinieren.” (Türkçe: Üniversite, birden fazla alanı birleştiren disiplinler arası programlar sunmaktadır.) 4. “In einigen Studiengängen ist ein Praktikum erforderlich.” (Türkçe: Bazı programlarda staj yapmak zorunludur.) 5. “Er möchte einen Studiengang in Kunstgeschichte belegen.” (Türkçe: O, sanat tarihi alanında bir program almak istiyor.)
Der Tagesablauf / Daily Routine
• “Günlük rutin”, “günlük program”, “günlük plan”
Almanca Açıklama:
• “Tagesablauf”, bir kişinin günlük yaşamında gerçekleştirdiği yapılması gereken işler ve aktiviteler sırasıdır. Bu terim, genellikle bir kişinin her gün yaptığı rutin aktiviteler için kullanılır ve bu aktiviteler sabah uyanmaktan, işe gitmeye, yemek yemeye, egzersiz yapmaya kadar uzanabilir.
• “Tagesablauf” bir tür zaman planıdır ve kişinin gün boyunca yaptığı sabah, öğle ve akşam rutinlerini içerebilir.
İngilizce Karşılığı:
• “Daily routine”, “daily schedule”, “daily agenda”
Zıt Anlamlıları:
• “Unordnung” (düzensizlik)
• “Spontanität” (spontanlık)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Tagesplan” (günlük plan)
• “Alltagsroutine” (günlük alışkanlıklar)
• “Tägliche Aufgaben” (günlük görevler)
1. “Mein Tagesablauf beginnt um 6 Uhr mit dem Aufstehen und endet um 10 Uhr, wenn ich ins Bett gehe.” (Türkçe: Günlük rutinim saat 6’da uyanmakla başlar ve 10’da yatmaya gitmekle biter.) 2. “Während meines Tagesablaufs habe ich Zeit für Sport, Arbeit und Freizeitaktivitäten.” (Türkçe: Günlük rutinimde spor, iş ve boş zaman aktiviteleri için zamanım var.) 3. “Der Tagesablauf eines Studenten kann sehr unterschiedlich sein, je nachdem, wie viele Vorlesungen er hat.” (Türkçe: Bir öğrencinin günlük rutini, aldığı ders sayısına bağlı olarak çok farklı olabilir.) 4. “Ich habe meinen Tagesablauf so organisiert, dass ich immer Zeit für eine Pause habe.” (Türkçe: Günlük rutinimi, her zaman bir ara vermek için zamanım olacak şekilde organize ettim.) 5. “Der Tagesablauf der Arbeiter beginnt früh morgens und endet spät abends.” (Türkçe: İşçilerin günlük rutini sabah erken başlar ve akşam geç saatte biter.)
Die Vergütung / Payment
• “Ücret”, “ödemek”, “karşılık” (bir işin veya hizmetin karşılığında verilen ödeme)
Almanca Açıklama:
• “Vergütung” kelimesi, bir kişinin yaptığı iş veya sağladığı hizmet karşılığında aldığı ödeme ya da ücreti ifade eder. Bu terim genellikle iş dünyasında, hizmetlerin veya çalışmanın maddi karşılığını anlatmak için kullanılır. Ayrıca, ödüller, tazminatlar ya da terfi ile gelen ödemeler gibi diğer ücret türlerini de kapsayabilir.
İngilizce Karşılığı:
• “Remuneration”, “compensation”, “payment”
Zıt Anlamlıları:
• “Unbezahlt” (ücretsiz)
• “Umsonst” (bedava)
• “Entgeltlos” (ücretsiz, karşılıksız)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Bezahlung” (ödemek, ücret)
• “Honorierung” (ödüllendirme, onurlandırma)
• “Lohn” (maaş, işçi ücreti)
1. “Die Vergütung für diese Arbeit ist sehr fair und wettbewerbsfähig.” (Türkçe: Bu iş için ücret çok adil ve rekabetçi.) 2. “Er erhielt eine hohe Vergütung für seine langjährige Erfahrung.” (Türkçe: Uzun yıllara dayanan deneyimi için yüksek bir ücret aldı.) 3. “Die Vergütung wird monatlich auf das Konto überwiesen.” (Türkçe: Ücret her ay hesaba yatırılmaktadır.) 4. “Im Vertrag ist die Vergütung für Überstunden klar geregelt.” (Türkçe: Sözleşmede fazla mesai için ücret açıkça belirlenmiştir.) 5. “Das Unternehmen bietet eine attraktive Vergütung und zusätzliche Leistungen.” (Türkçe: Şirket, cazip bir ücret ve ek avantajlar sunmaktadır.)
die Zulassungkriterien
„Zulassungskriterien“ setzt sich aus „Zulassung“ (Erlaubnis oder Genehmigung für etwas) und „Kriterien“ (Bedingungen oder Anforderungen) zusammen. Es bezeichnet die Voraussetzungen, die erfüllt sein müssen, um zu einer bestimmten Sache zugelassen zu werden, z. B. für ein Studium, eine Prüfung oder eine berufliche Tätigkeit.
Türkçe:
“Zulassungskriterien”, bir şeye kabul edilmek veya onay almak için yerine getirilmesi gereken şartlar veya gereklilikler anlamına gelir. Genellikle üniversiteye giriş, bir sınava katılım veya belirli bir mesleği icra etme gibi konularda kullanılır.
Beispielsätze mit Übersetzung:
1. Die Zulassungskriterien für das Medizinstudium sind sehr hoch.
• Tıp eğitimine kabul şartları çok yüksektir.
2. Um an diesem Wettbewerb teilzunehmen, müssen bestimmte Zulassungskriterien erfüllt werden.
• Bu yarışmaya katılmak için belirli kabul şartlarının yerine getirilmesi gerekiyor.
3. Die Universität hat ihre Zulassungskriterien aufgrund der hohen Bewerberzahl verschärft.
• Üniversite, yüksek başvuru sayısı nedeniyle kabul kriterlerini sıkılaştırdı.
4. Ohne die Erfüllung der Zulassungskriterien kann man sich nicht für den Masterstudiengang bewerben.
• Kabul kriterleri karşılanmadan yüksek lisans programına başvurulamaz.
5. Für den Berufspiloten gibt es strenge medizinische Zulassungskriterien.
• Ticari pilotluk için katı tıbbi kabul şartları vardır.
Bu kelime özellikle akademik ve profesyonel alanlarda sıkça kullanılır.
Das Schicksal / fate /destiny
• “Kader”, “alın yazısı”, “takdir”, “kaçınılmaz son”
Almanca Açıklama:
• “Schicksal”, insanın kontrolü dışında gelişen olayları, önceden belirlenmiş gibi görünen yaşam yolunu veya kaçınılmaz olarak başına gelen şeyleri ifade eder.
• Hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanılabilir.
• Dini, felsefi veya edebi bağlamlarda sıkça karşımıza çıkar.
İngilizce Karşılığı:
• “Fate”, “destiny”, “fortune”
Zıt Anlamlıları:
• “Zufall” (tesadüf, rastlantı)
• “Freier Wille” (özgür irade)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Vorherbestimmung” (önceden belirlenmiş kader)
• “Bestimmung” (yazgı, mukadderat)
1. “Jeder Mensch hat sein eigenes Schicksal.” (Türkçe: Her insanın kendi kaderi vardır.) 2. “Es war wohl Schicksal, dass wir uns getroffen haben.” (Türkçe: Muhtemelen bizim tanışmamız kaderdi.) 3. “Das Schicksal hat es nicht gut mit ihm gemeint.” (Türkçe: Kader ona iyi davranmadı.) 4. “Er glaubt nicht an das Schicksal, sondern an den freien Willen.” (Türkçe: O, kadere değil, özgür iradeye inanıyor.) 5. “Man kann sein Schicksal nicht immer selbst bestimmen.” (Türkçe: İnsan her zaman kendi kaderini belirleyemez.)
die Lektüre
• “Okuma”, “okunacak metin”, “okuma materyali”
(Bir kitabı, makaleyi veya belirli bir metni okuma eylemi veya bu amaçla okunan yazılı materyal anlamına gelir.)
Almanca Açıklama:
• “Lektüre”, özellikle edebi eserler, ders kitapları, makaleler veya bilgilendirici metinler için kullanılır.
• Kendi başına okuma eylemini ifade edebildiği gibi, aynı zamanda okunacak veya incelenecek metinleri de tanımlar.
• Akademik ve edebi bağlamlarda sıkça kullanılan bir kelimedir.
İngilizce Karşılığı:
• “Reading” (okuma eylemi)
• “Lecture material”, “reading material” (okuma materyali)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Das Lesen” (okuma)
• “Der Text” (metin)
• “Das Buch” (kitap – ancak “Lektüre” daha geniş bir anlam taşır)
1. “Die Lektüre dieses Buches hat mir viele neue Erkenntnisse gebracht.” (Türkçe: Bu kitabı okumak bana birçok yeni bilgi kazandırdı.) 2. “Für den Deutschunterricht ist die Lektüre von Goethes Werken verpflichtend.” (Türkçe: Almanca dersi için Goethe’nin eserlerini okumak zorunludur.) 3. “Ich genieße die Lektüre klassischer Romane in meiner Freizeit.” (Türkçe: Boş zamanlarımda klasik romanları okumaktan keyif alıyorum.) 4. “Diese Zeitung eignet sich nicht als seriöse Lektüre.” (Türkçe: Bu gazete ciddi bir okuma materyali olarak uygun değildir.) 5. “Nach der Lektüre des Artikels konnte ich die Problematik besser verstehen.” (Türkçe: Makaleyi okuduktan sonra sorunu daha iyi anlayabildim.)
Bu kelime, edebi, akademik ve genel okuma materyallerini tanımlamak için yaygın olarak kullanılır. Özellikle “Pflichtlektüre” (zorunlu okuma) gibi terimlerle eğitim bağlamında sıkça karşılaşılır.
Das Vermögen
• “Varlık”, “mal varlığı”, “zenginlik”
(Bir kişinin sahip olduğu maddi değerler, mal varlıkları ve finansal kaynaklar anlamına gelir. Ayrıca, yetenek veya kapasite gibi soyut anlamlarda da kullanılabilir.)
Almanca Açıklama:
• “Vermögen”, özellikle finansal ve maddi birikimler ve sahip olunan değerlerle ilişkilidir. Bu kelime, genellikle bir kişinin sahip olduğu mal varlıkları veya zenginlik anlamında kullanılır.
• Ayrıca “vermögen” fiilinin türevi olarak bir şeyi yapabilme kapasitesine sahip olmak anlamında da kullanılır. Yani, “vermögen” kelimesi aynı zamanda “yapabilmek” anlamına gelir, ancak burada daha çok “gücü yetmek” ya da “yeteneği olmak” anlamında kullanılır.
İngilizce Karşılığı:
• “Wealth” (mal varlığı, zenginlik)
• “Asset” (varlık, mülk)
• “Ability” (yetenek, kapasite)
Zıt Anlamlıları:
• “Armut” (yoksulluk)
• “Mangel” (eksiklik)
• “Unfähigkeit” (yetersizlik, yeteneksizlik)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Reichtum” (zenginlik)
• “Besitz” (mülk, sahip olunan şeyler)
• “Kapital” (sermaye)
1. “Er hat ein großes Vermögen durch Immobilienbesitz erworben.” (Türkçe: Büyük bir mal varlığını gayrimenkul sahipliği sayesinde elde etti.) 2. “Das Unternehmen hat durch den Verkauf von Aktien ein beachtliches Vermögen gemacht.” (Türkçe: Şirket, hisse senedi satışından önemli bir varlık kazandı.) 3. “Sie vermögen es, ihre Zeit sehr gut zu organisieren.” (Türkçe: Zamanlarını çok iyi organize etme yeteneğine sahipsiniz.) 4. “Ihr Vermögen umfasst mehrere Immobilien und wertvolle Kunstwerke.” (Türkçe: Onun mal varlığı, birkaç gayrimenkul ve değerli sanat eserleri içeriyor.) 5. “Nach dem Erbe verfügte er über ein beträchtliches Vermögen.” (Türkçe: Miras sonrası önemli bir mal varlığına sahip oldu.)
6- Dieses Haus hat mich ein Vermögen gekostet.
( Bu ev bana bır servete mal oldu.
Özetle:
“Vermögen” kelimesi, genellikle finansal zenginlik, mal varlığı ve sahip olunan değerler anlamına gelir. Aynı zamanda “vermögen” fiili, bir şey yapma yeteneğine sahip olmak veya yapabilmek anlamında da kullanılır. Bu kelime, finansal ve kişisel kapasite bağlamlarında sıkça yer alır.
der Mord
• “Cinayet”, “kasten öldürme”
(Bir kişiyi kasıtlı ve yasadışı bir şekilde öldürme eylemi.)
• “Mord”, bir insanın bilinçli, planlı ve yasa dışı olarak öldürülmesini ifade eder. • Ceza hukuku bağlamında kullanılır ve genellikle “Totschlag” (kasten öldürme ama daha az planlı) ile karşılaştırılır. • Cinayeti işleyen kişi “der Mörder” (katil) olarak adlandırılır.
İngilizce Karşılığı:
• “Murder” (kasten öldürme, cinayet)
• “Homicide” (genel anlamda insan öldürme)
Zıt Anlamlıları:
• “Leben retten” (hayat kurtarmak)
• “Nothilfe leisten” (acil yardım sağlamak)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Der Totschlag” (kasten adam öldürme ama daha az planlı)
• “Die Ermordung” (bir kişiyi öldürme eylemi)
• “Die Bluttat” (kanlı cinayet, vahşi bir öldürme)
1. “Der Mord an dem Politiker schockierte die ganze Nation.” (Türkçe: Politikacının cinayeti tüm ülkeyi şoke etti.) 2. “Er wurde wegen Mordes zu lebenslanger Haft verurteilt.” (Türkçe: Cinayetten dolayı ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.) 3. “Die Polizei untersucht den Mord an einer jungen Frau.” (Türkçe: Polis, genç bir kadının cinayetini araştırıyor.) 4. “Ein Mord ist das schwerste Verbrechen in unserem Rechtssystem.” (Türkçe: Cinayet, hukuk sistemimizdeki en ağır suçtur.) 5. “Es gibt neue Hinweise im Mordfall des berühmten Künstlers.” (Türkçe: Ünlü sanatçının cinayet davasında yeni ipuçları var.)
Özetle:
“Der Mord”, kasten ve yasadışı bir şekilde bir insanın öldürülmesi anlamına gelir. Hukuki bağlamda ağır bir suçtur ve genellikle “Totschlag” ile karşılaştırılır. Cinayetle ilgili soruşturmalar, davalar ve cezalar bağlamında sıkça kullanılır.
die Klärung
• “Açıklığa kavuşturma”, “netleştirme”, “çözümleme”
(Bir konuyu daha anlaşılır hâle getirme veya belirsizlikleri giderme süreci.)
• “Die Klärung”, bir meseleyi açıklığa kavuşturma, yanlış anlamaları giderme veya bir problemi çözme sürecini ifade eder. • Hukuk, bilim, iletişim ve teknik konular gibi birçok alanda kullanılabilir.
İngilizce Karşılığı:
• “Clarification” (açıklığa kavuşturma)
• “Resolution” (çözümleme)
• “Explanation” (açıklama)
Zıt Anlamlıları:
• “Die Verwirrung” (kafa karışıklığı)
• “Die Verschleierung” (örtbas etme, gizleme)
• “Die Unklarheit” (belirsizlik)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Die Aufklärung” (bilgilendirme, açıklama)
• “Die Lösung” (çözüm)
• “Die Verdeutlichung” (daha açık hâle getirme)
1. “Die Klärung dieses Missverständnisses ist sehr wichtig.” (Türkçe: Bu yanlış anlamanın açıklığa kavuşturulması çok önemli.) 2. “Wir warten noch auf die Klärung der rechtlichen Fragen.” (Türkçe: Hukuki soruların netleştirilmesini hâlâ bekliyoruz.) 3. “Die Klärung der Ursache für den Fehler dauert noch an.” (Türkçe: Hatanın sebebinin açıklığa kavuşturulması devam ediyor.) 4. “Für eine schnelle Klärung des Problems sollten wir zusammenarbeiten.” (Türkçe: Sorunun hızlı bir şekilde çözülmesi için birlikte çalışmalıyız.) 5. “Die Polizei arbeitet an der Klärung des Falls.” (Türkçe: Polis, davanın aydınlatılması üzerinde çalışıyor.)
Özetle:
“Die Klärung”, bir konunun açıklığa kavuşturulması veya bir problemin netleştirilmesi sürecini ifade eder. Hukuk, bilim, teknik ve günlük konuşmalarda sıkça kullanılır.
der Angeklagte
• “Sanık”, “suçlanan kişi”, “davalı”
(Bir mahkemede suç işlediği iddia edilen ve yargılanan kişi.)
• “Der Angeklagte”, ceza mahkemesinde bir suçtan dolayı yargılanan kişi anlamına gelir. • Hukuki bağlamda kullanılır ve “anklagen” (suçlamak, dava açmak) fiilinden türetilmiştir. • Eğer sanık kadınsa, “die Angeklagte” olarak kullanılır.
İngilizce Karşılığı:
• “The defendant” (sanık, davalı)
• “The accused” (suçlanan kişi)
Zıt Anlamlıları:
• “Der Kläger” (davacı, şikâyetçi)
• “Der Zeuge” (tanık)
• “Der Richter” (yargıç)
Benzer Anlamlı İfadeler:
• “Der Beschuldigte” (suçlanan, itham edilen kişi)
• “Der Verdächtige” (şüpheli)
• “Der Delinquent” (suçlu, suç işleyen kişi – daha resmi ve eski bir kullanım)
1. “Der Angeklagte beteuerte seine Unschuld.” (Türkçe: Sanık masumiyetini temin etti.) 2. “Der Angeklagte wurde vor Gericht schuldig gesprochen.” (Türkçe: Sanık mahkemede suçlu bulundu.) 3. “Die Verteidigung des Angeklagten legte neue Beweise vor.” (Türkçe: Sanığın savunması yeni deliller sundu.) 4. “Der Richter stellte dem Angeklagten mehrere Fragen.” (Türkçe: Hakim sanığa birkaç soru sordu.) 5. “Der Angeklagte hat das Recht, sich zu verteidigen.” (Türkçe: Sanığın kendini savunma hakkı vardır.)
Özetle:
“Der Angeklagte”, bir suçla yargılanan kişi, yani sanık anlamına gelir. Ceza hukuku bağlamında yaygın olarak kullanılır ve mahkeme süreçlerinde sanığı ifade eden resmi bir terimdir.
der Schweigepflicht
• “Gizlilik yükümlülüğü”, “sır saklama zorunluluğu”
(Bir meslek grubunun veya kurumun, kendilerine emanet edilen bilgileri gizli tutma zorunluluğunu ifade eder.)
Almanca Açıklama:
• “Die Schweigepflicht” bezieht sich auf die verpflichtende Geheimhaltung von vertraulichen Informationen, die im Rahmen eines Berufs oder einer Tätigkeit erworben wurden.
• Besonders in Berufen wie Ärzten, Anwälten, Psychotherapeuten oder auch bei Notaren ist die Schweigepflicht gesetzlich verankert.
• Diese Pflicht soll das Vertrauen zwischen Klienten und Fachkräften sicherstellen, indem sensible Daten nicht an Dritte weitergegeben werden dürfen.
• Neben dem rechtlichen Aspekt spielt die Schweigepflicht auch eine wichtige Rolle in der Berufsethik und dem Schutz der Privatsphäre.
Englische Entsprechung:
• “Confidentiality”
• “Duty of confidentiality”
Zıt Anlamliche Ausdrücke:
• “Offenlegung” (das Gegenteil, also das Weitergeben von Informationen)
• “Transparenz” (im Sinne von Offenheit)
Benzer Bedeutende Begriffe:
• “Vertraulichkeit” (Gehört eng zur Schweigepflicht und betont den Aspekt der Geheimhaltung)
• “Geheimhaltungspflicht” (ebenfalls der rechtliche und ethische Aspekt des Schweigens)
1. “Ärzte unterliegen der Schweigepflicht, wenn es um Patientendaten geht.” (Türkçe: Doktorlar, hasta verileri söz konusu olduğunda gizlilik yükümlülüğüne tabidir.) 2. “Der Anwalt erklärte, dass die Schweigepflicht auch nach seinem Ausscheiden aus der Kanzlei weiterhin gilt.” (Türkçe: Avukat, ofisten ayrıldıktan sonra bile gizlilik yükümlülüğünün devam ettiğini açıkladı.) 3. “Aufgrund der Schweigepflicht durfte er keine Informationen über den Fall preisgeben.” (Türkçe: Gizlilik yükümlülüğü nedeniyle davayla ilgili hiçbir bilgi veremedi.) 4. “Die Schweigepflicht ist ein zentraler Bestandteil der ärztlichen Ethik.” (Türkçe: Gizlilik yükümlülüğü, tıbbi etiğin temel unsurlarından biridir.) 5. “Mitarbeiter müssen die Schweigepflicht einhalten, um die Privatsphäre der Kunden zu schützen.” (Türkçe: Çalışanlar, müşterilerin gizliliğini korumak için gizlilik yükümlülüğüne uymak zorundadır.)
das Erbamen
• “Merhamet”, “acıma”, “şefkat”
(Bir kişinin zor durumda olan başka birine karşı duyduğu içten üzüntü ve yardım etme isteği.)
Almanca Açıklama:
• “Erbarmen” (das Erbarmen) ist ein Substantiv und bezeichnet die Fähigkeit, Mitleid, Mitgefühl oder Gnade gegenüber einem anderen Menschen oder Lebewesen zu empfinden.
• Es wird häufig in Ausdrücken wie “Um Erbarmen bitten” verwendet, was bedeutet, dass jemand um Nachsicht oder Mitleid bittet.
• Das Wort kann auch im übertragenen Sinn genutzt werden, um allgemeine Empfindungen von Mitgefühl oder Barmherzigkeit zu beschreiben.
Englische Entsprechung:
• “Mercy”, “compassion”, “pity”
Zıt Anlamlı Ausdrücke:
• “Herzlosigkeit” (acımasızlık)
• “Gnadenlosigkeit” (merhametsizlik)
Benzer Bedeutende Begriffe:
• “Mitgefühl” (compassion)
• “Barmherzigkeit” (mercy, clemency)
1. “Er bat den Richter inständig um Erbarmen.” (Türkçe: Hakime içtenlikle merhamet etmesi için yalvardı.) 2. “Das Erbarmen der Mitbürger wurde in dieser schwierigen Zeit sehr geschätzt.” (Türkçe: Bu zorlu zamanda vatandaşların merhameti çok değerliydi.) 3. “In ihrem Herzen war viel Erbarmen für die Bedürftigen.” (Türkçe: Kalbinde muhtaçlara karşı çok fazla şefkat vardı.) 4. “Er zeigte Erbarmen, indem er dem Verurteilten eine zweite Chance gab.” (Türkçe: Mahkum kişiye ikinci bir şans vererek merhamet gösterdi.) 5. “Die Geschichte berührt, wie stark das Erbarmen in schwierigen Zeiten sein kann.” (Türkçe: Hikaye, zorlu zamanlarda merhametin ne kadar güçlü olabileceğini etkileyici bir şekilde anlatıyor.)
Özet:
“Erbarmen” ist ein bedeutungsvoller Begriff, der die innere Fähigkeit beschreibt, Mitleid und Mitgefühl zu empfinden und in schwierigen Situationen Gnade walten zu lassen. Er wird häufig in formellen, literarischen oder emotional aufgeladenen Kontexten verwendet.
die Tugend
• “Erdem”, “ahlaki üstünlük”, “iyi huy”
(Bir kişinin karakterinde bulunan dürüstlük, adalet, cesaret, sadakat gibi ahlaki değerleri ve faziletleri ifade eder.)
Almanca Açıklama:
• “Die Tugend” bezeichnet eine positive moralische Eigenschaft oder eine vorbildliche Haltung.
• Eine tugendhafte Person handelt ethisch, respektvoll und mit Integrität.
• In vielen Kulturen und Religionen werden Tugenden als wichtige Prinzipien für ein gutes und gerechtes Leben angesehen.
Englische Entsprechung:
• “Virtue”, “moral excellence”
Zıt Anlamlı Kelimeler:
• “Das Laster” (kötü alışkanlık, ahlaksızlık)
• “Die Sünde” (günah)
• “Die Unmoral” (ahlaksızlık)
Benzer Anlamlı Kelimeler:
• “Die Moral” (ahlak)
• “Die Ethik” (etik)
• “Die Rechtschaffenheit” (dürüstlük, doğruluk)
1. “Ehrlichkeit gilt als eine der wichtigsten Tugenden.” (Türkçe: Dürüstlük, en önemli erdemlerden biri olarak kabul edilir.) 2. “Geduld ist eine Tugend, die nicht jeder besitzt.” (Türkçe: Sabır, herkesin sahip olmadığı bir erdemdir.) 3. “Er zeigte große Tugend, indem er trotz schwieriger Umstände fair blieb.” (Türkçe: Zor koşullara rağmen adil kalarak büyük bir erdem gösterdi.) 4. “Die alten Philosophen lehrten, dass Weisheit eine Tugend sei.” (Türkçe: Eski filozoflar, bilgelik erdemdir diye öğretmişlerdir.) 5. “In vielen Kulturen wird Bescheidenheit als eine wichtige Tugend angesehen.” (Türkçe: Birçok kültürde alçakgönüllülük önemli bir erdem olarak görülür.)
Zusammenfassung:
• “Die Tugend” beschreibt eine positive, moralische Eigenschaft wie Ehrlichkeit, Mut oder Bescheidenheit.
• Sie steht im Gegensatz zu Laster und Unmoral und wird in vielen Kulturen hoch geschätzt.
• Häufige Tugenden sind: Ehrlichkeit, Geduld, Bescheidenheit, Gerechtigkeit, Treue, Respekt usw.
die Sünde
(sin)
• “Günah”, “ahlaka veya dine aykırı davranış”
(Dini, ahlaki veya toplumsal kurallara aykırı bir eylem veya düşünce anlamına gelir.)
Almanca Açıklama:
• “Die Sünde” bezeichnet eine Handlung, die gegen moralische, ethische oder religiöse Normen verstößt.
• In vielen Religionen gilt eine Sünde als Vergehen gegen göttliche Gebote.
• Es kann sich aber auch auf kleinere moralische Fehler oder Genussmittel wie Süßigkeiten oder Alkohol im übertragenen Sinne beziehen (“eine kleine Sünde”).
Englische Entsprechung:
• “Sin”, “transgression”, “wrongdoing”
Zıt Anlamlı Kelimeler:
• “Die Tugend” (erdem)
• “Das Gute” (iyilik)
• “Die Rechtschaffenheit” (dürüstlük, doğruluk)
Benzer Anlamlı Kelimeler:
• “Das Vergehen” (kabahat, ihlal)
• “Die Schuld” (suç, suçluluk)
• “Die Verfehlung” (kusur, hata)
1. “In vielen Religionen wird Diebstahl als schwere Sünde betrachtet.” (Türkçe: Birçok dinde hırsızlık büyük bir günah olarak kabul edilir.) 2. “Er bereute seine Sünden und wollte ein besserer Mensch werden.” (Türkçe: Günahlarından pişman oldu ve daha iyi bir insan olmak istedi.) 3. “Lügen ist eine Sünde, die oft unterschätzt wird.” (Türkçe: Yalan söylemek, çoğu zaman küçümsenen bir günahtır.) 4. “Eine kleine Sünde ist es, wenn man sich ab und zu Schokolade gönnt.” (Türkçe: Arada bir çikolata yemek küçük bir günah sayılır.) 5. “Er lebte ein Leben voller Sünden und Reue.” (Türkçe: Günahlar ve pişmanlıklarla dolu bir hayat yaşadı.)
Zusammenfassung:
• “Die Sünde” beschreibt eine Handlung, die gegen moralische oder religiöse Regeln verstößt.
• In religiösem Kontext kann sie eine schwere Verfehlung bedeuten, während sie umgangssprachlich auch für kleine moralische Nachlässigkeiten genutzt wird (“eine süße Sünde”).
• Häufige Synonyme sind “Vergehen”, “Schuld” oder “Verfehlung”.
dir Zärtlichkeit
Die Zärtlichkeit bedeutet eine sanfte, liebevolle oder fürsorgliche Art der Zuwendung oder Berührung. Es beschreibt ein Verhalten oder eine Handlung, die mit Wärme, Fürsorglichkeit und oft auch mit körperlicher Nähe verbunden ist, wie z.B. Streicheln, Umarmungen oder liebevolle Worte.
Türkçe Açıklama:
“Zärtlichkeit”, nazik, sevgi dolu ya da şefkatli bir davranışı veya dokunuşu ifade eder. Bu, genellikle sıcaklık, bakım ve bazen de fiziksel yakınlıkla ilişkilendirilen bir davranış türüdür, örneğin okşama, sarılma ya da sevgi dolu sözler.
Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Die Zärtlichkeit ihrer Umarmung hat mich getröstet.
• Onun sarılmasının şefkati beni teselli etti.
2. Er zeigte Zärtlichkeit, indem er ihre Hand hielt.
• Elini tutarak şefkat gösterdi.
3. Zärtlichkeit ist wichtig in jeder Beziehung.
• Şefkat, her ilişkide önemlidir.
4. Die Zärtlichkeit eines Kindes kann das Herz erwärmen.
• Bir çocuğun şefkati kalbi ısıtabilir.
5. Sie drückte ihre Zärtlichkeit durch sanfte Worte aus.
• Şefkatini nazik sözlerle ifade etti.
Diese Beispiele verdeutlichen, wie „Zärtlichkeit“ in verschiedenen Kontexten verwendet werden kann, sowohl in Bezug auf körperliche als auch auf verbale Zuwendung.
die Beliebtheit
“Die Beliebtheit” bezeichnet den Zustand oder die Eigenschaft, beliebt oder geschätzt zu sein, also von vielen Menschen gemocht oder bevorzugt zu werden. Es handelt sich um ein abstraktes Nomen, das oft in Zusammenhang mit Produkten, Personen, Aktivitäten oder Orten verwendet wird, die von einer breiten Öffentlichkeit positiv bewertet werden.
Türkçe Açıklama:
“Die Beliebtheit” kelimesi, bir şeyin ya da bir kişinin ne kadar sevildiği, tercih edildiği ya da popüler olduğu anlamına gelir. Genellikle bir ürün, kişi, etkinlik ya da yerin toplum tarafından olumlu şekilde değerlendirilmesiyle ilişkilidir.
Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Die Beliebtheit des neuen Smartphones wächst jeden Tag.
• Yeni akıllı telefonun popülaritesi her gün artıyor.
2. Seine Beliebtheit bei den Jugendlichen ist ungebrochen.
• Gençler arasındaki popülaritesi kesintisiz devam ediyor.
3. Der Film hat weltweit große Beliebtheit erlangt.
• Film, dünya çapında büyük bir popülerlik kazandı.
4. Die Beliebtheit der sozialen Medien wächst stetig.
• Sosyal medyanın popülaritesi sürekli olarak artıyor.
5. Seine Beliebtheit als Politiker hängt von vielen Faktoren ab.
• Onun popülaritesi, birçok faktöre bağlıdır.
Verwandte Begriffe:
• Beliebt (Adjektiv): beliebt, geschätzt
• Popularität (Synonym): Popularität ist ein weiteres Synonym für Beliebtheit und wird oft im selben Kontext verwendet.
Die Beliebtheit beschreibt also den Grad, in dem etwas oder jemand von anderen geschätzt oder gemocht wird.