UNIT 5 Flashcards
Advantage (Noun) /ədˈvɑːntɪdʒ/ of - /ədvántıc/
Having a good education gives you a clear advantage in the job market.
Disadvantage (Noun) /ˌdɪsədˈvɑːntɪdʒ/ - /dizədvántıc/
The main disadvantage of living in a big city is the high cost of living.
Avantaj (İsim)
İyi bir eğitime sahip olmak, iş piyasasında açık bir avantaj sağlar.
Dezavantaj (İsim)
Büyük bir şehirde yaşamanın başlıca dezavantajı yüksek yaşam maliyetidir.
Availability (Noun) /əˌveɪlə of ˈbɪləti/ - /əveyləbílıti/
The availability of fresh produce varies by season.
Available (Adjective) /əˈveɪləbl/ - /əveyləbl/
This product is available in all major stores.
Unavailable (Adjective) /ˌʌnəˈveɪləbl/ - /anəveyləbl/
The manager is currently unavailable for a meeting.
Mevcutluk (İsim)
Taze ürünlerin mevcudiyeti mevsime göre değişir.
Mevcut (Sıfat)
Bu ürün, tüm büyük mağazalarda mevcuttur.
Mevcut Olmayan (Sıfat)
Müdür şu anda bir toplantı için mevcut değil.
Background (Noun) / ofˈbækɡraʊnd/ - /bækraund/
Her background in science helped her secure the job.
Geçmiş (İsim)
Bilimsel geçmişi, iş bulmasına yardımcı oldu.
Beauty (Noun) /ˈbjuːti/ - /byuhti/
The beauty of the sunset took my breath away.
Beautiful (Adjective) /ˈbjuːtɪfəl/ - /byu:tıfıl/
She has a beautiful smile.
Beautifully (Adverb) /ˈbjuːtɪfəli/ - /byu:tıfli/
She sang the song beautifully.
Güzellik (İsim)
Gün batımının güzelliği beni büyüledi.
Güzel (Sıfat)
Onun güzel bir gülüşü var.
Güzelce (Zarf)
Şarkıyı güzelce söyledi.
Brave (Adjective) /breɪv/ - /breyv/
The brave soldier fought courageously in battle.
Bravely (Adverb) /ˈbreɪvli/ - /breyvli/
She bravely stood up to the bully.
Cesur (Sıfat)
Cesur asker savaşta cesurca savaştı.
Cesurca (Zarf)
O, zorba karşısında cesurca durdu.
Break (Verb) /breɪk/ - /breyk/
She broke the vase by accident.
Broken (Adjective) /ˈbroʊkən/ - /broʊkın/
The broken chair needs to be repaired.
Kırmak (Fiil)
Kazara vazoyu kırdı.
Kırık (Sıfat)
Kırık sandalye tamir edilmelidir.
Challenge (Noun) /ˈtʃælɪndʒ/ - / to çælınc/
Climbing Mount Everest is a huge challenge.
Challenge (Verb) /ˈtʃælɪndʒ/ - /çælınc/
She decided to challenge herself and take on the marathon.
Challenging (Adjective) /ˈtʃælɪndʒɪŋ/ - /çælıncığin/
The project was challenging, but they completed it on time.
Meydan Okuma (İsim)
Everest Dağı’na tırmanmak büyük bir meydan okumadır.
Meydan Okumak (Fiil)
Kendini zorlamak için maratona katılmaya karar verdi.
Zorlu (Sıfat)
Proje zorluydu, ancak zamanında tamamladılar.
Condition (Noun) /kənˈdɪʃən/ - /kın’dıfın/
The car is in good condition after the repairs.
Condition (Verb) /kənˈdɪʃən/ - /kın’dıfın/
The success of the project will condition the company’s future.
Conditional (Adjective) /kənˈdɪʃənl/ - /kın’dıfınl/
The offer is conditional on the approval of the board.
Conditionally (Adverb) /kənˈdɪʃənəli/ - /kın’dıfınalı/
He was accepted conditionally, pending his final exam results.
Koşul (İsim)
Araba tamirlerden sonra iyi durumda.
Koşullamak (Fiil)
Projenin başarısı, şirketin geleceğini koşullandıracaktır.
Koşullu (Sıfat)
Teklif, yönetim kurulunun onayına bağlıdır.
Koşullu Olarak (Zarf)
Son sınav sonuçlarına bağlı olarak koşullu olarak kabul edildi.
Decade (Noun) /ˈdɛkeɪd/ - /dekeyd/
The company has grown significantly over the last decade.
On Yıl (İsim)
Şirket, son on yılda önemli ölçüde büyüdü.
Depend (Verb) /dɪˈpɛnd/ - on /dipend/
You can always depend on me for help.
Dependence (Noun) /dɪˈpɛndəns/ - /dipendens/
His dependence on his parents is a concern.
Dependent (Adjective) /dɪ ONˈpɛndənt/ - /dipendınt/
She is still financially dependent on her family.
Bağlı Olmak (Fiil)
Her zaman yardım için bana güvenebilirsin.
Bağımlılık (İsim)
Ailesine olan bağımlılığı bir endişe kaynağıdır.
Bağımlı (Sıfat)
Ailesine hala maddi olarak bağımlıdır.
Determine (Verb) /dɪˈtɜːmɪn/ - /dıtörmın/
She will determine the best course of action.
Determined (Adjective) /dɪˈtɜːmɪnd/ - /dıtörmınd/
He is determined to succeed no matter what.
Belirlemek (Fiil)
En iyi hareket planını belirleyecek.
Kararlı (Sıfat)
Ne olursa olsun başarılı olmaya kararlı.
Earn (Verb) /ɜːrn/ - /örn/
She works hard to earn a living.
Earning (Noun) /ˈɜːrnɪŋ/ - /örnın/
His monthly earnings are enough to cover his expenses.
Kazanmak
Geçimini sağlamak için çok çalışıyor.
Kazanç
Aylık kazancı masraflarını karşılamaya yetiyor.
Element (Noun) /ˈelɪmənt/ - /elımınt/
Water is an essential element for life.
Öge
Su, yaşam için temel bir ögedir.
Express (Verb) /ɪkˈsprɛs/ - İN /ikspres/
She tried to express her feelings through art.
Express (Adjective) /ɪkˈsprɛs/ - /ikspres/
He took the express train to get there faster.
Expression (Noun) /ɪkˈsprɛʃən/ - /ikspreşın/
Her facial expression showed she was happy.
İfade Etmek
Duygularını sanat aracılığıyla ifade etmeye çalıştı.
Hızlı
Oraya daha hızlı ulaşmak için ekspres trene bindi.
İfade
Yüz ifadesi, mutlu olduğunu gösteriyordu.
Extreme (Adjective) /ɪkˈstriːm/ - /ikstrim/
The extreme weather caused widespread damage.
Extremely (Adverb) /ɪkˈstriːmli/ - /ikstrimli/
She was extremely happy with the results.
Aşırı
Aşırı hava koşulları geniş çapta hasara neden oldu.
Son Derece
Sonuçlardan son derece memnundu.
Identify (Verb) /aɪˈden·təˌfaɪ/ - /aydentifay/
The police were able to identify the suspect.
Identification (Noun) /aɪˌden·tə·fɪˈkeɪ·ʃən/ - /aydentifikeyşın/
You need to show identification to enter the building.
Identity (Noun) /aɪˈden·tə·ti/ - /aydentıti/
She felt a strong connection to her cultural identity.
Identified (Adjective) /aɪˈden·təˌfaɪd/ - /aydentifayd/
The identified problems have been resolved.
Unidentified (Adjective) /ˌʌn·aɪˈden·təˌfaɪd/ - /anaydentifayd/
The object in the sky remained unidentified.
Tanımlamak
Polis, şüpheliyi tanımlayabildi.
Kimlik
Binaya girmek için kimlik göstermeniz gerekiyor.
Kimlik, Özdeşlik
Kültürel kimliğiyle güçlü bir bağ hissetti.
Tanımlanmış
Tanımlanan sorunlar çözüldü.
Tanımlanmamış
Gökyüzündeki cisim tanımlanamadı.
İMAGE
GÖRÜNTÜ
Individual (Noun) /ˌɪn·dəˈvɪdʒ·u·əl/ - /indivıcuwıl/
Each individual has their own unique perspective.
Individual (Adjective) /ˌɪn·dəˈvɪdʒ·u·əl/ - /indivıcuwıl/
She values individual achievements over group success.
Individually (Adverb) /ˌɪn·dəˈvɪdʒ·u·əli/ - /indivıcuwıli/
The tasks were assigned individually to each team member.
Birey
Her bireyin kendine özgü bir bakış açısı vardır.
Bireysel
O, bireysel başarıları grup başarısından daha çok önemser.
Bireysel Olarak
Görevler, her bir ekip üyesine bireysel olarak verildi.
Matter (Verb) /ˈmæt̬·ər/ - /metır/
What you do now will matter in the future.
Matter (Noun) /ˈmæt̬·ər/ - /metır/
This is a serious matter that needs to be addressed.
Önemli Olmak
Şu an yaptıkların gelecekte önemli olacak.
Konu
Bu, ele alınması gereken ciddi bir konudur.
Mean (Verb) /miːn/ - /miin/ OF
What do you mean by this word?
Meaning (Noun) /ˈmiːnɪŋ/ - /miinink/
The meaning of this phrase is unclear.
Demek
Bu kelimeyle ne demek istiyorsun?
Anlam
Bu ifadenin anlamı belirsiz.
Mind (Noun) /maɪnd/ - /maynd/
A healthy mind is just as important as a healthy body.
Mind (Verb) /maɪnd/ - /maynd/
Do you mind if I open the window?
Zihin
Sağlıklı bir zihin, sağlıklı bir beden kadar önemlidir.
Önemsemek
Camı açmamın bir sakıncası var mı?
Involve (Verb) /ɪnˈvɑːlv/ - /involv/ İN WİTH
The project will involve many team members.
Involvement (Noun) /ɪnˈvɑːlv·mənt/ - /involvmınt/
Her involvement in the event was highly appreciated.
Dahil Etmek
Proje, birçok takım üyesini içerecek.
Katılım
Etkinlikteki katılımı büyük takdir gördü.
Poverty (Noun) /ˈpɑː.vɚ.ti/ - /povırti/
Poverty remains a significant global issue.
Poor (Adjective) /pʊr/ - /puır/
Many families live in poor conditions.
Poorly (Adverb) /ˈpʊr·li/ - /puırli/
He performed poorly in the exam.
Yoksulluk
Yoksulluk hâlâ önemli bir küresel sorundur.
Fakir
Birçok aile kötü şartlarda yaşıyor.
Kötü Bir Şekilde
Sınavda kötü bir performans sergiledi.
Predict (Verb) /prɪˈdɪkt/ - /prıdikt/
It is difficult to predict the weather accurately.
Prediction (Noun) /prɪˈdɪk.ʃən/ - /prıdıkşın/ ABOUT
Her prediction about the future was impressive.
Predictable (Adjective) /prɪˈdɪk.tə.bəl/ - /prıdiktıbıl/
His reaction was completely predictable.
Unpredictable (Adjective) /ˌʌn.prɪˈdɪk.tə.bəl/ - /anprıdiktıbıl/
Life is often unpredictable.
Tahmin Etmek
Havayı doğru bir şekilde tahmin etmek zordur.
Tahmin
Gelecek hakkındaki tahmini etkileyiciydi.
Tahmin Edilebilir
Tepkisi tamamen tahmin edilebilirdi.
Tahmin Edilemez
Hayat çoğu zaman tahmin edilemezdir.
Proud (Adjective) /praʊd/ - /praud/ OF
She is proud of her accomplishments.
Gururlu
Başarılarıyla gurur duyuyor.
Shape (Noun) /ʃeɪp/ - /şeyp/
The cookies were in the shape of stars.
Shape (Verb) /ʃeɪp/ - /şeyp/
She shaped the clay into a vase.
Şekil
Kurabiyeler yıldız şeklindeydi.
Şekillendirmek
Kili bir vazo şekline getirdi.
Stage (Noun) /steɪdʒ/ - /steyj/ OF İN The actors are ready to perform on the stage.
OF IN
Sahne
Oyuncular sahnede performans sergilemeye hazır.
Temperature (Noun) /ˈtɛmpərətʃər/ - /ˈtɛmpərətʃʊr/
The temperature is rising in the afternoon.
Sıcaklık
Öğleden sonra sıcaklık artıyor.
Wonder (Noun) /ˈwʌndər/ ABOUT
She gazed at the stars with wonder.
Wonder (Verb) /ˈwʌndər/
I wonder what’s for dinner tonight.
Wonderful (Adjective) /ˈwʌndərfəl/
It was a wonderful day at the park.
Wonderfully (Adverb) /ˈwʌndərfʊli/
She sings wonderfully.
Wonder (İsim)
Hayret
Yıldızlara hayretle baktı.
Wonder (Fiil)
Merak etmek
Bu akşam yemeğinde ne var, merak ediyorum.
Wonderful (Sıfat)
Harika
Parkta harika bir gündü.
Wonderfully (Zarf)
Harika bir şekilde
Harika bir şekilde şarkı söylüyor.-
Act (Noun) /ækt/ - /ækt/ İNTO
His act of kindness made everyone smile.
Action (Noun) /ˈækʃən/ - /ekşın/
Her quick action saved the child. INTO
Act (Verb) /ækt/ - /ækt/
She will act in the school play this year.
Eylem
Onun iyilik hareketi herkesi güldürdü.
Aksiyon
Onun hızlı müdahalesi çocuğu kurtardı.
Oyunculuk yapmak / Rol yapmak
Bu yıl okul oyununda rol alacak.
Basic (Adjective) /ˈbeɪsɪk/ - /bey-sik/
This is a basic principle of mathematics.
Basically (Adverb) /ˈbeɪsɪkli/ - /bey-sik-li/
Basically, he is just a nice guy.
Temel
Bu, matematiğin temel bir ilkesidir.
Temelde
Temelde, o sadece iyi bir insan.
Climate (Noun) /ˈklaɪmət/ - OF /klay-mıt/
The climate in this region is very hot and dry.
İklim
Bu bölgedeki iklim çok sıcak ve kurak.
Başka bir kelime eklememi ister misiniz?
Collect (Verb) /kəˈlɛkt/ - /kı-lekt/ FOR
She loves to collect rare stamps from different countries.
Collection (Noun) /kəˈlɛkʃən/ - /kı-lek-şın/
His stamp collection is worth a lot of money.
Toplamak
Farklı ülkelerden nadir pullar toplamayı çok sever.
Koleksiyon
Onun pul koleksiyonu çok değerli.
Cycle (Noun) /ˈsaɪkəl/ - /saɪ-kıl/
The water cycle is essential for life on Earth.
Cycle (Verb) /ˈsaɪkəl/ - /saɪ-kıl/
He cycles to work every morning.
Recycle (Verb) /ˌriːˈsaɪkəl/ - /ri-saɪ-kıl/
We should recycle paper to protect the environment.
Dönem / Döngü
Su döngüsü, Dünya’daki yaşam için çok önemlidir.
Bisikletle gitmek
Her sabah işe bisikletle gider.
Geri dönüştürmek
Kağıdı geri dönüştürmeliyiz, böylece çevreyi koruruz.
Danger (Noun) /ˈdeɪndʒər/ - /dey-njır/ IN
There is a lot of danger in driving without a seatbelt.
Dangerous (Adjective) /ˈdeɪndʒərəs/ - /dey-njı-rıs/
It’s dangerous to hike in the mountains without a guide.
Dangerously (Adverb) /ˈdeɪndʒərəsli/ - /dey-njı-rıs-li/
He was driving dangerously on the wet road.
Tehlike
Kemer takmadan araba kullanmak çok tehlikelidir.
Tehlikeli
Dağlarda rehbersiz yürümek tehlikelidir.
Tehlikeli bir şekilde
Islak yolda tehlikeli bir şekilde araba sürüyordu.
Decrease (Noun) /dɪˈkriːs/ - /dɪ-kri:s/ İN
There has been a significant decrease in the number of accidents this year.
Decrease (Verb) /dɪˈkriːs/ - /dɪ-kri:s/
They plan to decrease the prices next month.
Azalma
Bu yıl kaza sayısında önemli bir azalma oldu.
Azaltmak
Fiyatları gelecek ay düşürmeyi planlıyorlar.
Disaster (Noun) /dɪˈzɑːstər/ - /dı-zas-tır/
The earthquake was a natural disaster that affected many cities.
Felaket
Deprem, birçok şehri etkileyen doğal bir felaketti.
Discover (Verb) /dɪsˈkʌvər/ - /dıs-kʌvır/
She discovered a new species of bird in the rainforest.
Discovery (Noun) /dɪsˈkʌvəri/ - /dıs-kʌvı-ri/
The discovery of penicillin revolutionized medicine.
Keşfetmek
Yağmur ormanında yeni bir kuş türü keşfetti.
Keşif
Penisinin keşfi tıbbı devrim niteliğinde değiştirdi.
Economy (Noun) /ɪˈkɑːnəmi/ - /i-ko-nı-mi/ OF
The global economy is experiencing a period of rapid growth.
Economics (Noun) /ˌiːkəˈnɑːmɪks/ - /i-ko-nom-iks/
She is studying economics at the university.
Economic (Adjective) /ˌiːkəˈnɒmɪk/ - /i-ko-nom-ik/
The economic situation in the country is improving.
Economical (Adjective) /ˌiːkəˈnɒmɪkəl/ - /i-ko-nom-ı-kıl/
He bought an economical car to save money on fuel.
Economically (Adverb) /ˌiːkəˈnɒmɪkli/ - /i-ko-nom-ik-li/
The country is growing economically, with new industries emerging.
Ekonomi
Küresel ekonomi hızlı bir büyüme döneminden geçiyor.
Ekonomi bilimi
O, üniversitede ekonomi bilimi okuyor.
Ekonomik
Ülkedeki ekonomik durum iyileşiyor.
Ekonomik
Yakıt tasarrufu sağlamak için ekonomik bir araba aldı.
Ekonomik olarak
Ülke, yeni sanayilerle birlikte ekonomik olarak büyüyor.
Encourage (Verb) /ɪnˈkʌrɪdʒ/ - /in-kʌr-ıdʒ/
Teachers should encourage students to think critically.
Encouragement (Noun) /ɪnˈkʌrɪdʒmənt/ - /in-kʌr-ıdʒ-mınt/
Her words of encouragement gave him the strength to continue.
Teşvik etmek
Öğretmenler, öğrencilere eleştirel düşünmeye teşvik etmelidir.
Teşvik
Onun teşvik edici sözleri, devam etmesi için ona güç verdi.
Explore (Verb) /ɪkˈsplɔːr/ - /iks-plo:r/
They decided to explore the new city during their vacation.
Explorer (Noun) /ɪkˈsplɔːrər/ - /iks-plo:r-ır/
The explorer discovered new lands in the 15th century.
Keşfetmek
Tatil sırasında yeni şehri keşfetmeye karar verdiler.
Kaşif
Kaşif, 15. yüzyılda yeni topraklar keşfetti.
Finance (Noun) /ˈfaɪnæns/ - /fay-næns/
He studied finance in college and now works as a financial advisor.
Financial (Adjective) /faɪˈnænʃəl/ - /fay-nan-şıl/
The company is facing financial difficulties due to the market crash.
Financially (Adverb) /faɪˈnænʃəli/ - /fay-nan-şı-li/
They are doing well financially after the business expansion.
Finans
O, üniversitede finans okudu ve şimdi finansal danışman olarak çalışıyor.
Finansal
Şirket, piyasa çöküşü nedeniyle finansal zorluklarla karşı karşıya.
Finansal olarak
İşletme genişlemesinin ardından finansal olarak iyi durumdalar.
Fluent (Adjective) /ˈfluːənt/ - /flü-ınt/
She is fluent in three languages: English, Spanish, and French.
Fluently (Adverb) /ˈfluːəntli/ - /flü-ınt-li/
He speaks English fluently with a perfect accent.
Akıcı
O, üç dilde akıcıdır: İngilizce, İspanyolca ve Fransızca.
Akıcı bir şekilde
İngilizceyi mükemmel bir aksanla akıcı bir şekilde konuşuyor.
Grow (Verb) /ɡroʊ/ - /grou/ TO
Plants grow faster with plenty of sunlight and water.
Growth (Noun) /ɡroʊθ/ - /ɡroʊθ/
The company’s growth has been steady over the past few years.
Büyümek
Bitkiler, bol güneş ışığı ve su ile daha hızlı büyür.
Büyüme
Şirketin büyümesi son birkaç yıldır istikrarlıydı.
Ground (Noun) /ɡraʊnd/ - /graund/ ON
The children played on the soft ground in the park.
Zemin
Çocuklar parkta yumuşak zeminde oynadılar.
Hope (Noun) /hoʊp/ - /hoʊp/ FOR
I have hope that everything will turn out fine.
Hope (Verb) /hoʊp/ - /hoʊp/
We hope to visit Paris next summer.
Hopeful (Adjective) /ˈhoʊpfəl/ - /hoʊf-ıl/
She felt hopeful about the future after the interview.
Hopefully (Adverb) /ˈhoʊpfəli/ - /hoʊf-ı-li/
Hopefully, the weather will be nice for the trip.
Umut
Her şeyin iyi sonuçlanacağına umudum var.
Umut etmek
Gelecek yaz Paris’i ziyaret etmeyi umuyoruz.
Umutlu
Görüşmeden sonra gelecekle ilgili umutluydu.
Umutla
Umarım, seyahat için hava güzel olur.
Include (Verb) /ɪnˈkluːd/ - /in-kluud/ İN ON
The package includes a free gift with every purchase
İçermek
Paket, her alışverişle birlikte ücretsiz bir hediye içeriyor.
Invent (Verb) /ɪnˈvɛnt/ - /in-vent/ ON
Thomas Edison invented the light bulb in 1879.
Invention (Noun) /ɪnˈvɛnʃən/ - /in-ven-şın/ OF
The telephone was a revolutionary invention by Alexander Graham Bell.
Inventor (Noun) /ɪnˈvɛntər/ - /in-ven-tır/
The inventor of the airplane, Wright brothers, changed the world of transportation.
İcat etmek
Thomas Edison, 1879’da ampulü icat etti.
İcat
Telefon, Alexander Graham Bell tarafından yapılan devrim niteliğinde bir icattı.
İcatçı
Uçak icatçısı Wright kardeşler, ulaşım dünyasını değiştirdi.
Land (Noun) /lænd/ - /lend/
The airplane is about to land at the airport.
Arazi / Kara
Uçak havaalanına inmek üzere.
Locate (Verb) /loʊˈkeɪt/ - /loʊ-keɪt/
Can you locate the nearest hospital on the map?
Location (Noun) /loʊˈkeɪʃən/ - /loʊ-keyşın/
The location of the meeting has changed to a new conference room.
Bulmak / Yerini tespit etmek
Haritada en yakın hastaneyi bulabilir misin?
Konum
Toplantının konumu yeni bir konferans odasına taşındı.
Mystery (Noun) /ˈmɪstəri/ - /mis-tı-ri/
The case remains a mystery, with no clues to solve it.
Mysterious (Adjective) /mɪˈstɪriəs/ - /mis-tı-ri-ıs/
The old house had a mysterious atmosphere that made everyone uneasy.
Gizem
Vaka, çözülmesi için hiçbir ipucu olmadan bir gizem olarak kalıyor.
Gizemli
Eski ev, herkesi huzursuz eden gizemli bir atmosfere sahipti.
Pattern (Noun) /ˈpætərn/ - /pætırn/ OF
The quilt had a beautiful floral pattern.
Desen
Yorganın çok güzel bir çiçek deseni vardı.
Previous (Adjective) /ˈpriːviəs/ - /pri-vı-əs/ ON I DON T KNOW
The previous meeting was very productive.
Previously (Adverb) /ˈpriːviəsli/ - /pri-vı-əs-li/
She had previously worked in a different department.
Önceki
Önceki toplantı çok verimliydi.
Daha önce
Daha önce farklı bir departmanda çalışmıştı.
Prove (Verb) /pruːv/ - /pru:v/ TO
He needs to prove his innocence in court.
Proof (Noun) /pruːf/ - /pru:f/
There was no proof to support his claims.
Proven (Adjective) /ˈpruːvən/ - /pru:vın/
The scientist has proven his theory to be correct.
Kanıtlamak
Masumiyetini mahkemede kanıtlaması gerekiyor.
Kanıt
Onun iddialarını destekleyecek hiçbir kanıt yoktu.
Kanıtlanmış
Bilim insanı, teorisini doğru olduğunu kanıtladı.
Retire (Verb) /rɪˈtaɪər/ - /ri-tayır/ FROM
He plans to retire at the age of 65.
Retirement (Noun) /rɪˈtaɪərmənt/ - /ri-tayır-mınt/
After his retirement, he started traveling the world.
Retired (Adjective) /rɪˈtaɪərd/ - /ri-tayırd/
My grandfather is a retired teacher.
Emekli olmak
65 yaşında emekli olmayı planlıyor.
Emeklilik
Emekliliğinden sonra dünyayı gezmeye başladı.
Emekli
Dedem, emekli bir öğretmendir.
Route (Noun) /ruːt/ - /ru:t/
The fastest route to the city is through the highway.
Güzergah
Şehre en hızlı güzergah otoyoldan geçiyor.
Solve (Verb) /sɑːlv/ - /solv/
She was able to solve the math problem quickly.
Solution (Noun) /səˈluːʃən/ - /sı-lu-şın/
The solution to the problem was much simpler than expected.
Çözmek
Matematik problemini hızlıca çözebildi.
Çözüm
Problemin çözümü beklenenden çok daha basitti.
Survive (Verb) /sərˈvaɪv/ - /sır- vayv/ AN AGAİNST
They managed to survive the harsh winter conditions.
Survivor (Noun) /sərˈvaɪvər/ - /sır-vay-vır/
The survivor of the shipwreck shared his incredible story.
Survival (Noun) /sərˈvaɪvəl/ - /sır-vay-vıl/ AGAINST
In a survival situation, finding food and water is crucial.
Hayatta kalmak
Zorlu kış koşullarında hayatta kalmayı başardılar.
Hayatta kalan kişi
Gemi kazasından kurtulan kişi, inanılmaz hikayesini paylaştı.
Hayatta kalma
Hayatta kalma durumunda, yiyecek ve su bulmak çok önemlidir.
Tend (Verb) /tɛnd/ - /tend/
She tends to get nervous before presentations.
Tendency (Noun) /ˈtɛndənsi/ - /ten-dın-si/
There is a tendency for people to avoid difficult situations.
Eğilim göstermek
Sunumlardan önce sinirlenmeye eğilimlidir.
Eğilim
İnsanların zor durumlardan kaçınma eğilimi vardır.
Awful (Adjective) /ˈɔːfəl/ - /ofıl/
The food at the restaurant was awful, and I couldn’t finish it.
Awfully (Adverb) /ˈɔːfəli/ - /ofı-li/
He looked awfully tired after the long trip.
Korkunç
Restorandaki yemek korkunçtu ve bitiremedim.
Korkunç bir şekilde
Uzun yolculuktan sonra çok yorgun görünüyordu.
Budget (Noun) /ˈbʌdʒɪt/ - /bʌdʒ-ıt/
We need to stick to the budget for this project to avoid overspending.
Bütçe
Bu projede fazla harcama yapmamak için bütçeye sadık kalmamız gerekiyor.
Delay (Verb) /dɪˈleɪ/ - /di-ley/
The train was delayed for an hour due to a signal problem.
Delay (Noun) /dɪˈleɪ/ - /di-ley/
There was a delay in the start of the meeting because of technical issues.
Gecikmek
Tren, sinyal problemi nedeniyle bir saat gecikti.
Gecikme
Toplantının başlama saatinde teknik sorunlar nedeniyle bir gecikme oldu.
Scene (Noun) /siːn/ - /si:n/
The final scene of the movie was incredibly emotional.
Sahne
Filmin son sahnesi inanılmaz derecede duygusal bir anıydı.
Voice (Noun) /vɔɪs/ - /voys/
Her voice is so calming, it always makes me feel at ease.
Ses
Onun sesi çok sakinleştirici, her zaman beni rahatlatır.