UNIT 5 Flashcards

1
Q

anonymous
Adjective: /əˈnɒnɪməs/ - /uh-non-uh-muhs/
The letter was sent by an anonymous sender.
AN
anonymously
Adverb: /əˈnɒnɪməsli/ - /uh-non-uh-muhs-lee/
The donation was made anonymously.

A

Anonim
Mektup anonim bir gönderici tarafından gönderildi.

Anonim Olarak
Bağış anonim olarak yapıldı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
2
Q

collide
Verb: /kəˈlaɪd/ - /kuh-lahyd/
Two cars collided at the intersection.

collision
Noun: /kəˈlɪʒən/ - /kuh-lizh-uhn/
The collision caused significant damage to both vehicles.

collision between A and B
collision with sb/sth

A

Çarpışmak
İki araba kavşakta çarpıştı.

Çarpışma
Çarpışma, her iki araca da önemli zararlar verdi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
3
Q

complexity of
Noun: /kəmˈplɛksɪti/ - /kuhm-plek-si-tee/
The complexity of the task made it difficult to finish on time.

complex to be
Adjective: /ˈkɒmplɛks/ - /kom-pleks/
The design of the building is very complex.

A

Karmaşıklık
Görevin karmaşıklığı, zamanında bitirmeyi zorlaştırdı.

Karmaşık
Bina tasarımı çok karmaşıktır.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
4
Q

contextualize
Verb: /kənˈtɛkstʃʊəlaɪz/ - /kuhn-tek-stchoo-uh-lyz/
It’s important to contextualize the information within the current situation.

context
Noun: /ˈkɒntɛkst/ - /kon-tekst/
The meaning of the word can change depending on its context.

contextual
Adjective: /kənˈtɛkstʃʊəl/ - /kuhn-tek-stchoo-uhl/
His argument was very contextual, focusing on the circumstances.

contextually
Adverb: /kənˈtɛkstʃʊəli/ - /kuhn-tek-stchoo-uh-lee/
The story was explained contextually, considering the historical background.

A

Bağlamsallaştırmak
Bilgiyi mevcut durum içinde bağlamsallaştırmak önemlidir.

Bağlam
Kelimenin anlamı, bağlama göre değişebilir.

Bağlamsal
Onun argümanı çok bağlamsaldı, koşullara odaklandı.

Bağlamsal Olarak
Hikaye, tarihsel arka planı göz önünde bulundurarak bağlamsal olarak açıklandı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
5
Q

convince to do to
Verb: /kənˈvɪns/ - /kuhn-vins/
She tried to convince him to stay, but he refused.

conviction
Noun: /kənˈvɪkʃən/ - /kuhn-vik-shuhn/
He spoke with great conviction about the importance of education.

convincing
Adjective: /kənˈvɪnsɪŋ/ - /kuhn-vin-sing/
Her argument was very convincing, and everyone agreed with her.

convincingly
Adverb: /kənˈvɪnsɪŋli/ - /kuhn-vin-sing-lee/
He explained his point convincingly, and people were persuaded.

TO DO

A

İkna Etmek
Ona kalmasını ikna etmeye çalıştı ama reddetti.

İnanç
Eğitimin önemi hakkında büyük bir inançla konuştu.

İkna Edici
Onun argümanı çok ikna ediciydi ve herkes onunla aynı fikirdeydi.

İkna Edici Bir Şekilde
Fikrini ikna edici bir şekilde açıkladı ve insanlar ikna oldu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
6
Q

coordinate with
Verb: /kəʊˈɔːdɪneɪt/ - /kohr-dih-nayt/
The manager had to coordinate the efforts of the entire team to meet the deadline.

coordination of
Noun: /kəʊˌɔːdɪˈneɪʃən/ - /kohr-dih-nay-shuhn/
The project’s success depended on the effective coordination of all departments.

A

Koordine Etmek
Yönetici, ekibin çabalarını son teslim tarihine uymak için koordine etmek zorundaydı.

Koordinasyon
Projenin başarısı, tüm departmanların etkili bir şekilde koordinasyonuna bağlıydı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
7
Q

cope
Verb: /kəʊp/ - /kohp/
She had to cope with the stress of her new job.
WITH
coping
Noun: /ˈkəʊpɪŋ/ - /koh-ping/
Her coping strategies helped her deal with the challenges effectively.

A

Başa Çıkmak
Yeni işinin stresiyle başa çıkmak zorunda kaldı.

Başa Çıkma
Başa çıkma stratejileri, zorluklarla etkili bir şekilde baş etmesine yardımcı oldu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
8
Q

declare
Verb: /dɪˈkleə(r)/ - /dih-klair/
The government decided to declare a state of emergency.
ON WAR
declaration of
Noun: /ˌdek.ləˈreɪ.ʃən/ - /dek-luh-ray-shuhn/
The declaration of independence is an important historical document.

A

Beyan Etmek, İlan Etmek
Hükümet, olağanüstü hal ilan etmeye karar verdi.

Beyan, Deklarasyon
Bağımsızlık bildirgesi önemli bir tarihi belgedir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
9
Q

AS
depict
Verb: /dɪˈpɪkt/ - /dih-pikt/
The painting aims to depict the beauty of nature.

depiction of
Noun: /dɪˈpɪkʃən/ - /dih-pik-shuhn/
The movie’s depiction of historical events was highly accurate.

A

Tasvir Etmek, Betimlemek
Tablo, doğanın güzelliğini tasvir etmeyi amaçlıyor.

Tasvir, Betimleme
Filmin tarihi olayları tasviri oldukça doğruydu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
10
Q

detect
Verb: /dɪˈtekt/ - /dih-tekt/
The device can detect even the smallest movements.

detection
Noun: /dɪˈtekʃən/ - /dih-tek-shuhn/
Early detection of diseases can save lives.

A

Tespit Etmek, Algılamak
Cihaz, en küçük hareketleri bile tespit edebilir.

Tespit, Algılama
Hastalıkların erken tespiti hayat kurtarabilir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
11
Q

empower
Verb: /ɪmˈpaʊər/ - /im-pow-er/
Education can empower individuals to achieve their goals.

empowerment
Noun: /ɪmˈpaʊərmənt/ - /im-pow-er-muhnt/
The organization focuses on the empowerment of women in rural areas.

A

Güçlendirmek, Yetkilendirmek
Eğitim, bireyleri hedeflerine ulaşmaları için güçlendirebilir.

Güçlenme, Yetkilendirme
Kuruluş, kırsal bölgelerdeki kadınların güçlenmesine odaklanıyor.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
12
Q

enable
Verb: /ɪˈneɪbl/ - /ih-nay-bl/
This software will enable users to edit videos more easily.
TO DO

A

Olanak Sağlamak, Mümkün Kılmak
Bu yazılım, kullanıcıların videoları daha kolay düzenlemesini sağlayacak.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
13
Q

evaluate
Verb: /ɪˈvæljueɪt/ - /ih-val-yoo-ayt/
The teacher will evaluate the students’ projects next week.

evaluation
Noun: /ɪˌvæljuˈeɪʃən/ - /ih-val-yoo-ay-shuhn/
The evaluation of the new policy took several months.

evaluative
Adjective: /ɪˈvæljueɪtɪv/ - /ih-val-yoo-ay-tiv/
Her report included an evaluative summary of the research findings.

A

Değerlendirmek
Öğretmen, öğrencilerin projelerini gelecek hafta değerlendirecek.

Değerlendirme
Yeni politikanın değerlendirilmesi birkaç ay sürdü.

Değerlendirici
Onun raporu, araştırma bulgularının değerlendirici bir özetini içeriyordu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
14
Q

hazard
Noun: /ˈhæzərd/ - /haz-ərd/
Smoking is a serious health hazard.
TO
hazard
Verb: /ˈhæzərd/ - /haz-ərd/
He hazarded a guess about the outcome of the meeting.

hazardous
Adjective: /ˈhæzərdəs/ - /haz-ər-dəs/
Working in a chemical plant can be hazardous.

A

Tehlike
Sigara içmek ciddi bir sağlık tehlikesidir.

Tehlikeye Atmak
Toplantının sonucu hakkında bir tahminde bulundu.

Tehlikeli
Bir kimya fabrikasında çalışmak tehlikeli olabilir.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
15
Q

imitate
Verb: /ˈɪmɪteɪt/ - /im-i-teyt/
Children often imitate their parents’ behavior.

imitation
Noun: /ˌɪmɪˈteɪʃən/ - /im-i-tey-shuhn/
The bag was an imitation of a famous designer brand.

A

Taklit Etmek
Çocuklar genellikle ebeveynlerinin davranışlarını taklit eder.

Taklit
Çanta, ünlü bir tasarım markasının taklidiydi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
16
Q

immense
Adjective: /ɪˈmɛns/ - /im-ens/
The Grand Canyon is an immense natural wonder.

immensely
Adverb: /ɪˈmɛnsli/ - /im-ens-lee/
She was immensely grateful for the support she received.

A

Muazzam
Büyük Kanyon, muazzam bir doğa harikasıdır.

Son Derece
Aldığı destek için son derece minnettardı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
17
Q

initiate
Verb: /ɪˈnɪʃieɪt/ - /ih-nish-ayeht/
The company plans to initiate a new marketing campaign next month.
AN
initiation
Noun: /ɪˌnɪʃiˈeɪʃən/ - /ih-nish-ee-ay-shuhn/
The initiation of the project will be completed by the end of the week.

initiative
Noun: /ɪˈnɪʃətɪv/ - /ih-nish-uh-tiv/
She took the initiative to organize the charity event.

A

Başlatmak
Şirket, gelecek ay yeni bir pazarlama kampanyasına başlamak planlıyor.

Başlangıç
Projenin başlangıcı haftanın sonuna kadar tamamlanacak.

İnisiyatif
Hayır etkinliğini organize etmek için inisiyatif aldı.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
18
Q

insight
Noun: /ˈɪnˌsaɪt/ - /in-sahyt/
The research provided valuable insights into consumer behavior.
FOR INTO
insightful
Adjective: /ˈɪnˌsaɪtfəl/ - /in-sahyt-fuhl/
His analysis was insightful and helped us understand the issue better.

insightfully
Adverb: /ˈɪnˌsaɪtfəli/ - /in-sahyt-fuh-lee/
She spoke insightfully about the challenges facing the industry.

A

İçgörü
Araştırma, tüketici davranışlarına dair değerli içgörüler sundu.

İçgörülü
Onun analizleri içgörülüydü ve konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı oldu.

İçgörülü Bir Şekilde
Sektörün karşılaştığı zorluklar hakkında içgörülü bir şekilde konuştu.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
19
Q

manipulate
Verb: /məˈnɪpjʊleɪt/ - /muh-nip-yuh-layt/
The artist learned to manipulate different materials to create unique sculptures.

manipulation of
Noun: /ˌmænɪpjuˈleɪʃən/ - /ma-nip-yuh-lay-shuhn/
The politician’s manipulation of public opinion was highly controversial.

manipulator
Noun: /məˈnɪpjʊleɪtər/ - /muh-nip-yuh-lay-tur/
He was seen as a manipulator who controlled others for personal gain.

manipulative
Adjective: /məˈnɪpjʊlətɪv/ - /muh-nip-yuh-loo-tiv/
She used manipulative tactics to influence the decision-making process.

manipulatively
Adverb: /məˈnɪpjʊlətɪvli/ - /muh-nip-yuh-loo-tiv-lee/
He acted manipulatively to get what he wanted from the situation.

A

Manipüle Etmek
Sanatçı, benzersiz heykeller yaratmak için farklı malzemeleri manipüle etmeyi öğrendi.

Manipülasyon
Politikacının halkın görüşünü manipüle etmesi son derece tartışmalıydı.

Manipülatör
O, başkalarını kişisel çıkarları için kontrol eden bir manipülatör olarak görülüyordu.

Manipülatif
Karar verme sürecini etkilemek için manipülatif taktikler kullandı.

Manipülatif Bir Şekilde
İstediğini elde etmek için manipülatif bir şekilde hareket etti.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
20
Q

negotiate
Verb: /nɪˈɡəʊʃieɪt/ - /ni-go-shee-ate/
The company is currently negotiating a contract with a new supplier.
WITH
negotiation
Noun: /nɪˌɡəʊʃiˈeɪʃən/ - /ni-go-shee-ay-shuhn/
The negotiation between the two countries took several months to complete.

negotiator
Noun: /nɪˈɡəʊʃieɪtə/ - /ni-go-shee-ay-tur/
He was a skilled negotiator who helped resolve the conflict.

negotiable
Adjective: /nɪˈɡəʊʃəbl/ - /ni-go-shee-uh-buhl/
The terms of the deal are negotiable, so we can discuss adjustments.

A

Müzakere Etmek
Şirket şu anda yeni bir tedarikçiyle sözleşme müzakeresi yapıyor.

Müzakere
İki ülke arasındaki müzakereler tamamlanması birkaç ay sürdü.

Müzakereci
O, çatışmayı çözmeye yardımcı olan yetenekli bir müzakereciydi.

Müzakere Edilebilir
Anlaşmanın şartları müzakere edilebilir, bu yüzden ayarlamaları tartışabiliriz.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
21
Q

phenomenon
Noun: /fəˈnɒmɪnən/ - /fi-nom-i-nuhn/
The aurora borealis is a stunning natural phenomenon that attracts many visitors.
OF
phenomenal
Adjective: /fəˈnɒmɪnəl/ - /fi-nom-i-nuhl/
The team’s performance in the final game was nothing short of phenomenal.

A

Fenomen
Aurora borealis, birçok ziyaretçiyi çeken etkileyici bir doğal fenomendir.

Fenomenal
Takımın final oyunundaki performansı olağanüstüydü.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
22
Q

relevance
Noun: /ˈrɛlɪvəns/ - /rel-uh-vuhns/
The relevance of his research to current medical practices is undeniable.
TO OF
irrelevance
Noun: /ɪˈrɛləvəns/ - /i-rel-uh-vuhns/
The professor dismissed the student’s comment as an irrelevance to the topic.

relevant
Adjective: /ˈrɛləvənt/ - /rel-uh-vuhnt/
This article provides relevant information on climate change.

irrelevant
Adjective: /ɪˈrɛləvənt/ - /i-rel-uh-vuhnt/
The debate became irrelevant when the main issue was ignored.

A

İlgililik
Araştırmasının mevcut tıbbi uygulamalarla ilgililiği inkar edilemez.

İlgisizlik
Profesör, öğrencinin yorumunu konu ile ilgisiz olarak reddetti.

İlgili
Bu makale, iklim değişikliği ile ilgili önemli bilgiler sunuyor.

İlgisiz
Tartışma, ana konu görmezden gelindiğinde ilgisiz hale geldi.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
23
Q

remarkable
Adjective: /rɪˈmɑːrkəbl/ - /ri-mahr-kuh-buhl/
Her dedication to her studies is truly remarkable.

unremarkable
Adjective: /ˌʌnˈrɪˈmɑːrkəbl/ - /uhn-ri-mahr-kuh-buhl/
The movie was unremarkable, lacking any memorable moments.

remarkably
Adverb: /rɪˈmɑːrkəbli/ - /ri-mahr-kuh-blee/
She handled the difficult situation remarkably well.

A

Dikkate Değer
Çalışmalarına olan bağlılığı gerçekten dikkate değer.

Dikkate Değer Olmayan
Film, hatırlanacak bir anı eksikliğiyle sıradan bir film oldu.

Dikkate Değer Bir Şekilde
Zor durumu dikkate değer bir şekilde iyi bir şekilde yönetti.

24
Q

significance
Noun: /sɪɡˈnɪfɪkəns/ - /sig-nif-i-kuhns/
The significance of the discovery cannot be overstated.
TO OF
significant
Adjective: /sɪɡˈnɪfɪkənt/ - /sig-nif-i-kuhnt/
The meeting was significant for the company’s future plans.

insignificant
Adjective: /ˌɪnsɪɡˈnɪfɪkənt/ - /in-sig-nif-i-kuhnt/
The details in the report were insignificant to the overall analysis.

significantly
Adverb: /sɪɡˈnɪfɪkəntli/ - /sig-nif-i-kuhnt-lee/
The new policies have significantly improved customer satisfaction.

insignificantly
Adverb: /ˌɪnsɪɡˈnɪfɪkəntli/ - /in-sig-nif-i-kuhnt-lee/
The change in the budget was insignificantly small.

A

Önem
Keşfin önemi abartılamaz.

Önemli
Toplantı, şirketin gelecekteki planları için önemliydi.

Önemsiz
Raporun içindeki detaylar, genel analize önemsizdi.

Önemli Bir Şekilde
Yeni politikalar, müşteri memnuniyetini önemli ölçüde artırdı.

Önemsiz Bir Şekilde
Bütçedeki değişiklik önemsiz derecede küçüktü.

25
simulate Verb: /ˈsɪmjʊleɪt/ - /sim-yuh-leyt/ The computer can simulate different weather conditions. simulation Noun: /ˌsɪmjʊˈleɪʃən/ - /sim-yuh-ley-shuhn/ The flight simulation allowed the pilots to practice emergency procedures. simulated Adjective: /ˈsɪmjʊleɪtɪd/ - /sim-yuh-ley-tid/ The simulated environment helped students understand real-world challenges.
Simüle Etmek Bilgisayar farklı hava koşullarını simüle edebilir. Simülasyon Uçuş simülasyonu, pilotların acil durum prosedürlerini uygulamalarını sağladı. Simüle Edilmiş Simüle edilmiş ortam, öğrencilere gerçek dünya zorluklarını anlamalarına yardımcı oldu.
26
suspend Verb: /səˈspɛnd/ - /suh-spend/ The school decided to suspend the classes for the day due to the snowstorm. suspension Noun: /səˈspɛnʃən/ - /suh-spen-shuhn/ The suspension of the employee was due to violation of company policy. To suspend sb from sth to be suspended by/from sth
Askıya Almak Okul, kar fırtınası nedeniyle dersleri bir günlüğüne askıya almayı karar verdi. Askıya Alma Çalışanın askıya alınması, şirket politikasının ihlali nedeniyle gerçekleşti.
27
structure Noun: /ˈstrʌktʃər/ - /struhk-chur/ The structure of the building was designed to withstand earthquakes. OF structure Verb: /ˈstrʌktʃər/ - /struhk-chur/ They will structure the report to ensure clarity and flow. structural Adjective: /ˈstrʌktʃərəl/ - /struhk-chur-uhl/ The building underwent extensive structural repairs after the earthquake. structurally Adverb: /ˈstrʌktʃərəli/ - /struhk-chuh-ree/ The house was structurally sound, but needed some cosmetic improvements.
Yapı Bina yapısı, depreme dayanıklı olacak şekilde tasarlanmıştır. Yapılandırmak Raporu, netlik ve akış sağlamak için yapılandıracaklar. Yapısal Bina, deprem sonrası kapsamlı yapısal onarımlar geçirdi. Yapısal Olarak Ev yapısal olarak sağlamdı, ancak bazı estetik iyileştirmeler gerektiriyordu.
28
alert Adjective: /əˈlɜːrt/ - /uh-lurt/ The alert security guard noticed the suspicious activity. alert Noun: /əˈlɜːrt/ - /uh-lurt/ An alert was issued for the approaching storm. alert Verb: /əˈlɜːrt/ - /uh-lurt/ The police alerted the public about the road closure.
Dikkatli Dikkatli güvenlik görevlisi, şüpheli hareketi fark etti. Alarm Yaklaşan fırtına için bir alarm verildi. Haber Vermek Polis, halka yol kapanışı hakkında haber verdi.
29
AN annual Adjective: /ˈænjuəl/ - /an-yoo-uhl/ The company holds an annual meeting to discuss its financial performance. annually Adverb: /ˈænjuəli/ - /an-yoo-uh-lee/ The event is held annually to raise funds for charity.
Yıllık Şirket, finansal performansını tartışmak için yıllık bir toplantı düzenler. Yıllık Olarak Etkinlik, hayır kurumları için bağış toplamak amacıyla yıllık olarak düzenlenir.
30
clarify Verb: /ˈklærɪfaɪ/ - /klair-uh-fai/ Can you clarify your point about the new project proposal? clarification for Noun: /ˌklærɪfɪˈkeɪʃən/ - /klar-uh-fi-kay-shuhn/ The teacher provided a clarification about the exam instructions. clarity about Noun: /ˈklærɪti/ - /klar-i-tee/ The clarity of her explanation made the concept much easier to understand.
Açıklamak Yeni proje önerisi hakkındaki noktanı açıklayabilir misin? Açıklama Öğretmen, sınav talimatları hakkında bir açıklama yaptı. Açıklık Onun açıklığındaki netlik, kavramı çok daha anlaşılır hale getirdi.
31
courage Noun: /ˈkʌrɪdʒ/ - /kur-ij/ It takes a lot of courage to speak in front of a large audience. courageous Adjective: /kəˈreɪdʒəs/ - /kuh-ray-juhs/ The courageous firefighter saved the family from the burning building.
Cesaret Büyük bir izleyici kitlesinin önünde konuşmak büyük cesaret ister. Cesur Cesur itfaiyeci, aileyi yanan binadan kurtardı.
32
disorder Noun: /dɪsˈɔːdər/ - /dis-or-der/ The room was in complete disorder after the kids played with their toys. İNTO FROM disorderly Adjective: /dɪsˈɔːdərli/ - /dis-or-der-lee/ The disorderly behavior of the crowd caused concern among the security staff.
Düzensizlik Oyunlardan sonra odada tam bir düzensizlik vardı. Düzensiz Kalabalığın düzensiz davranışları güvenlik personelini endişelendirdi.
33
exception Noun: /ɪkˈsɛpʃən/ - /ik-sep-shuhn/ There is an exception to every rule. exceptional Adjective: /ɪkˈsɛpʃənl/ - /ik-sep-shuh-nuhl/ Her performance was exceptional, earning her a standing ovation. exceptionally Adverb: /ɪkˈsɛpʃənəli/ - /ik-sep-shuhn-uh-lee/ He performed exceptionally well on the exam.
İstisna Her kuralın bir istisnası vardır. Olağanüstü Onun performansı olağanüstüydü ve ayakta alkış aldı. Olağanüstü Bir Şekilde Sınavda olağanüstü bir şekilde başarılı oldu.
34
expose Verb: /ɪkˈspoʊz/ - /ik-spohz/ The investigation aims to expose the truth about the scandal. exposure Noun: /ɪkˈspoʊʒər/ - /ik-spoh-zhur/ The photojournalist's work gained exposure in international media.
Maruz Bırakmak Soruşturma, skandalın gerçeğini açığa çıkarmayı amaçlıyor. Maruz Kalma Foto muhabirinin çalışmaları uluslararası medya tarafından geniş bir şekilde tanındı.
35
evolve Verb: /ɪˈvɑːlv/ - /i-volv/ Over time, species evolve to adapt to their environment. evolution of Noun: /ˌiːvəˈluːʃən/ - /i-və-loo-shən/ The theory of evolution explains how organisms change over generations. evolutionary Adjective: /ˌiːvəˈluːʃəneri/ - /i-və-loo-shə-ne-ree/ The book discusses the evolutionary process of different animal species. OF FROM INTO
Evrimleşmek Zamanla, türler çevrelerine uyum sağlamak için evrimleşir. Evrim Evrim teorisi, organizmaların nesiller boyunca nasıl değiştiğini açıklar. Evrimsel Kitap, farklı hayvan türlerinin evrimsel sürecini tartışıyor.
36
instinct for Noun: /ˈɪnˌstɪŋkt/ - /in-stinkt/ A mother’s instinct is to protect her children. have an instinct for instinctive Adjective: /ɪnˈstɪŋktɪv/ - /in-stinkt-iv/ His instinctive reaction was to run away. instinctively Adverb: /ɪnˈstɪŋktɪvli/ - /in-stinkt-iv-lee/ She instinctively reached for the door handle.
İçgüdü Bir annenin içgüdüsü, çocuklarını korumaktır. İçgüdüsel Onun içgüdüsel tepkisi kaçmak oldu. İçgüdüsel Olarak O, içgüdüsel olarak kapı kolunu tuttu.
37
interfere Verb: /ˌɪntərˈfɪr/ - /in-tur-feer/ I won't interfere with your decisions unless you ask for my advice. WITH interference Noun: /ˌɪntərˈfɪərəns/ - /in-tur-feer-uhns/ The interference from the radio signal caused a poor connection.
Müdahale Etmek Kararlarınıza müdahale etmeyeceğim, eğer tavsiyemi isterseniz. Müdahale Radyo sinyalinden gelen müdahale, zayıf bir bağlantıya neden oldu.
38
rationalize Verb: /ˈræʃəˌnəlaɪz/ - /rash-uh-nuh-lahyz/ She tried to rationalize her decision, even though it didn’t make sense. rationale behind Noun: /ˈræʃəˌnæl/ - /rash-uh-nal/ The rationale behind his actions is still unclear. rational Adjective: /ˈræʃənəl/ - /rash-uh-nuhl/ He gave a rational explanation for his behavior. irrational Adjective: /ɪˈræʃənəl/ - /ih-rash-uh-nuhl/ It’s irrational to make decisions based on fear. rationally Adverb: /ˈræʃənəli/ - /rash-uh-nuh-lee/ She approached the problem rationally, considering all options.
Mantıklı Hale Getirmek O, kararını mantıklı hale getirmeye çalıştı, ama anlamlı değildi. Gerekçe Onun hareketlerinin gerekçesi hala net değil. Mantıklı Davranışları için mantıklı bir açıklama yaptı. Mantıksız Korkuya dayalı kararlar almak mantıksızdır. Mantıklı Bir Şekilde O, tüm seçenekleri dikkate alarak problemi mantıklı bir şekilde ele aldı.
39
obstacle Noun: /ˈɒbstəkəl/ - /ob-stuh-kuhl/ The language barrier was a significant obstacle to communication. AN TO
Engel Dil bariyeri, iletişim için önemli bir engeldi.
40
overcome Verb: /ˌəʊvərˈkʌm/ - /oh-ver-kum/ She worked hard to overcome the challenges in her life.
Üstesinden Gelmek Hayatındaki zorlukların üstesinden gelmek için çok çalıştı.
41
predict Verb: /prɪˈdɪkt/ - /pri-dikt/ It's difficult to predict the outcome of the game. prediction about Noun: /prɪˈdɪkʃən/ - /pri-dik-shuhn/ Her prediction about the weather was accurate. predictable Adjective: /prɪˈdɪktəbl/ - /pri-dik-tuh-buhl/ The outcome was predictable based on the team's performance. unpredictable Adjective: /ˌʌnprɪˈdɪktəbl/ - /uhn-pri-dik-tuh-buhl/ The weather in the mountains can be unpredictable. predictably Adverb: /prɪˈdɪktəbli/ - /pri-dik-tuh-blee/ The movie ended predictably, with the hero saving the day. unpredictably Adverb: /ˌʌnprɪˈdɪktəbli/ - /uhn-pri-dik-tuh-blee/ The situation developed unpredictably, with new challenges arising.
tahmin etmek Maçın sonucunu tahmin etmek zor. tahmin Onun hava durumu hakkındaki tahmini doğruydu. tahmin edilebilir Sonuç, takımın performansına dayalı olarak tahmin edilebilirdi. tahmin edilemez Dağlardaki hava durumu tahmin edilemez olabilir. tahmin edilebilir şekilde Film tahmin edilebilir bir şekilde sona erdi, kahraman günü kurtardı. tahmin edilemez şekilde Durum tahmin edilemez bir şekilde gelişti, yeni zorluklar ortaya çıktı.
42
TO react Verb: /riˈækt/ - /ree-akt/ She will react to the news with surprise. reaction Noun: /riˈækʃən/ - /ree-ak-shuhn/ His reaction to the surprise party was priceless. reactive Adjective: /riˈæktɪv/ - /ree-ak-tiv/ The chemicals are highly reactive with heat.
tepki vermek Haberle ilgili şaşkınlıkla tepki verecek. tepki Sürpriz partiye verdiği tepki paha biçilmezdi. reaktif Kimyasallar, ısıya karşı oldukça reaktif.
43
severity Noun: /sɪˈvɛrəti/ - /si-ver-i-tee/ The severity of the storm was beyond expectations. OF severe Adjective: /sɪˈvɪə(r)/ - /si-veer/ She suffered a severe headache after the accident. severely Adverb: /sɪˈvɪə(r)li/ - /si-veer-lee/ The house was severely damaged during the earthquake.
ciddiyet Fırtınanın şiddeti beklentilerin ötesindeydi. şiddetli Kaza sonrası şiddetli bir baş ağrısı çekti. şiddetli bir şekilde Ev, deprem sırasında şiddetli bir şekilde hasar gördü.
44
struggle Verb: /ˈstrʌɡl/ - /struh-guhl/ She had to struggle to finish the race. struggle Noun: /ˈstrʌɡl/ - /struh-guhl/ The struggle for freedom has been ongoing for centuries. or/with/between
mücadele etmek Yarışı bitirebilmek için mücadele etmek zorunda kaldı. mücadele Özgürlük mücadelesi yüzyıllardır devam ediyor.
45
threaten Verb: /ˈθrɛtn/ - /thret-n/ He threatened to call the police if they didn't leave. threat against Noun: /θrɛt/ - /thret/ The storm posed a real threat to the coastal areas. threatening Adjective: /ˈθrɛtnɪŋ/ - /thret-ning/ She gave him a threatening look when he spoke disrespectfully.
tehdit etmek Eğer gitmezlerse polisi aramakla tehdit etti. tehdit Fırtına kıyı bölgeleri için gerçek bir tehdit oluşturuyordu. tehditkar Saygısızca konuştuğunda ona tehditkar bir bakış attı.
46
treat Verb: /triːt/ - /trit/ Doctors treat the condition with medication. İN treatment FOR Noun: /ˈtriːtmənt/ - /tree-tmənt/ The patient is undergoing treatment for a serious illness. treatable Adjective: /ˈtriːtəbl/ - /tree-tə-bəl/ The disease is treatable with the right medication. to be in treatment for
tedavi etmek Doktorlar durumu ilaçla tedavi eder. tedavi Hasta ciddi bir hastalık için tedavi görüyor. tedavi edilebilir Hastalık, doğru ilaçla tedavi edilebilir.
47
weaken Verb: /ˈwiːkən/ - /wee-kən/ The medicine may weaken the immune system. weakness Noun: /ˈwiːknəs/ - /wee-knəs/ Lack of sleep is a common weakness in many people. weak Adjective: /wiːk/ - /week/ She felt weak after the long illness. TO
zayıflatmak İlaç, bağışıklık sistemini zayıflatabilir. zayıflık Uyku eksikliği, birçok insanda yaygın bir zayıflıktır. zayıf Uzun süren hastalıktan sonra kendini zayıf hissetti.
48
confess Verb: /kənˈfɛs/ - /kən-fes/ He decided to confess his mistake to the teacher. TO DOING confession Noun: /kənˈfɛʃən/ - /kən-fe-shuhn/ She made a confession about what happened that night.
itiraf etmek Hatasını öğretmene itiraf etmeye karar verdi. itiraf O gece olanlarla ilgili bir itirafta bulundu.
49
depress Verb: /dɪˈprɛs/ - /di-pres/ The news began to depress him. ABOUT depression Noun: /dɪˈprɛʃən/ - /di-pre-shuhn/ She has been struggling with depression for a while. depressive Adjective: /dɪˈprɛsɪv/ - /di-pre-siv/ He has a depressive personality, often feeling down. depressing Adjective: /dɪˈprɛsɪŋ/ - /di-pres-ing/ The weather was so depressing that no one wanted to leave. depressively Adverb: /dɪˈprɛsɪvli/ - /di-pres-iv-lee/ She spoke depressively about her situation.
bunalttı Haberler onu bunalttı. depresyon Bir süredir depresyonla mücadele ediyor. depresif Onun depresif bir kişiliği var, sık sık moralsiz hissediyor. bunaltıcı Hava o kadar bunaltıcıydı ki, kimse dışarı çıkmak istemedi. bunaltıcı bir şekilde Durumunu bunaltıcı bir şekilde anlattı.
50
inhibit Verb: /ɪnˈhɪbɪt/ - /in-hibit/ Certain chemicals inhibit the growth of bacteria. inhibition Noun: /ˌɪnɪˈbɪʃən/ - /in-i-bish-uhn/ She felt a sense of inhibition before speaking in public.
engellemek Belli kimyasallar bakterilerin büyümesini engeller. engelleme Kamusal alanda konuşmadan önce bir engelleme hissi vardı.
51
query Noun: /ˈkwɪəri/ - /kwir-ee/ She had a query about the new policy. ABOUT query Verb: /ˈkwɪəri/ - /kwir-ee/ You can query the system for more details.
soru Yeni politika hakkında bir sorusu vardı. sormak Daha fazla detay için sistemi sorgulayabilirsiniz.
52
receive Verb: /rɪˈsiːv/ - /ri-seev/ She will receive the package tomorrow. receptiveness Noun: /rɪˈsɛptɪvnəs/ - /ri-sep-tiv-ness/ His receptiveness to new ideas is impressive. receptive Adjective: /rɪˈsɛptɪv/ - /ri-sep-tiv/ She is very receptive to feedback. receptively Adverb: /rɪˈsɛptɪvli/ - /ri-sep-tiv-lee/ He listened receptively to the speaker’s advice.
almak Paketi yarın alacak. açıklık Yeni fikirlere olan açıklığı etkileyici. açık fikirli Geribildirimlere çok açık. açık fikirli bir şekilde Konuşmacının tavsiyelerini açık fikirli bir şekilde dinledi.
53
reinforce Verb: /ˌriːɪnˈfɔːrs/ - /ree-in-force/ The teacher will reinforce the lesson with additional examples. reinforcement Noun: /ˌriːɪnˈfɔːrsmənt/ - /ree-in-force-ment/ The reinforcement of the walls is necessary for safety. AN
güçlendirmek Öğretmen dersi ek örneklerle güçlendirecek. güçlendirme Duvarların güçlendirilmesi güvenlik için gereklidir.
54
relieve Verb: /rɪˈliːv/ - /ri-leev/ The medication will help relieve the pain. relief Noun: /rɪˈliːf/ - /ri-leef/ She felt a sense of relief after hearing the good news.
rahatlatmak İlaç, ağrıyı rahatlatmaya yardımcı olacak. rahatlama İyi haberleri duyduktan sonra rahatlama hissetti.
55
tactic Noun: /ˈtæktɪk/ - /tak-tik/ The team used a new tactic to win the game. FOR tactical Adjective: /ˈtæktɪkəl/ - /tak-ti-kul/ The tactical decision proved to be successful. tactically Adverb: /ˈtæktɪkli/ - /tak-ti-klee/ He approached the problem tactically, considering every possible outcome.
taktik Takım, maçı kazanmak için yeni bir taktik kullandı. taktiksel Taktiksel karar başarılı oldu. taktiksel olarak O, her olası sonucu göz önünde bulundurarak problemi taktiksel olarak ele aldı.
56
tension BETWEEN Noun: /ˈtɛnʃən/ - /ten-shuhn/ There was a lot of tension in the room during the meeting. tense Adjective: /tɛns/ - /tens/ She felt tense before her presentation. tensely Adverb: /ˈtɛnsli/ - /tens-lee/ He watched the movie tensely, waiting for the next twist.
gerilim Toplantı sırasında odada büyük bir gerilim vardı. gergin Sunumundan önce gergindi. gergin bir şekilde Filmi gergin bir şekilde izledi, bir sonraki sürprizi bekleyerek.
57
tolerate Verb: /ˈtɒləreɪt/ - /tol-uh-reyt/ He doesn't tolerate rude behavior. toleration Noun: /ˌtɒləˈreɪʃən/ - /tol-uh-ray-shuhn/ The policy of toleration allowed different cultures to coexist peacefully. tolerance for/of/to/towards Noun: /ˈtɒlərəns/ - /tol-uh-ruhnss/ The city is known for its tolerance of various religions. intolerance for/of/to/towards Noun: /ɪnˈtɒlərəns/ - /in-tol-uh-ruhnss/ Intolerance towards others can lead to conflict. tolerant Adjective: /ˈtɒlərənt/ - /tol-uh-ruhnt/ She is tolerant of people from all backgrounds. intolerant Adjective: /ɪnˈtɒlərənt/ - /in-tol-uh-ruhnt/ He was intolerant of any opinion that differed from his own. tolerantly Adverb: /ˈtɒlərəntli/ - /tol-uh-ruhnt-lee/ She listened tolerantly to the opposing views. to tolerate sb/sth (in)tolerance for/of/to/towards sth/sb
tahammül etmek O, kaba davranışlara tahammül etmez. tahammül Tahammül politikası, farklı kültürlerin barış içinde bir arada var olmasına izin verdi. hoşgörü Şehir, çeşitli dinlere olan hoşgörüsü ile bilinir. hoşgörüsüzlük Başkalarına karşı hoşgörüsüzlük, çatışmalara yol açabilir. hoşgörülü O, her türlü geçmişten gelen insanlara hoşgörülüdür. hoşgörüsüz O, kendi görüşlerinden farklı olan hiçbir görüşe hoşgörüsüzdü. hoşgörülü bir şekilde O, karşıt görüşleri hoşgörülü bir şekilde dinledi.