gute Wörter und Verben Flashcards
aus der Welt schaffen
*resolve, wipe something out, eliminate
* ortadan kaldırmak, çözümlemek,
- wir müssen dieses Missverständnis aus der Welt schaffen. ( bu yanlış anlaşılmayı ortadan kaldırmalıyız )
- Endlich haben wir das Problem aus der Welt geschafft. ( sonunda problemi çözdük )
*İhre Worte haben meine Sorgen aus der Welt geschafft. (Onun sözleri endişelerimi ortadan kaldırdı.)
*Es ist wichtig, dieses Gerücht aus der Welt zu schaffen. ( dedikoduyu ortadan kaldırmak önemlidir.)
*Nach dem klärenden Gespräch war das Missverständnis aus der Welt geschafft.( açıklayıcı konuşmasının ardından yanlış anlaşılma ortadan kaldirilmisti .)
*Die neue Vereinbarung hat viele Probleme aus der Welt geschaffen. ( yeni anlaşma birçok problemi ortadan kaldırmıştı.)
*Mit dieser Erklärung hat alle Zweifel aus der Welt geschafft. (Bu açıklama tüm şüpheleri ortadan kaldırdı.)
sich halten von <=>sich halten an ( Antonym )
*İkisi de zıt anlamlıdır
*Birşeyden kaçınmak,uzak durmak <=>bir şeye bağlı kalmak, sıkı sıkıya tutunmak
schätzen
Präsent : schätzt
Präteritum :schätzte
Perfekt :hat geschätzt
*appreciade, estimade,guess
*takdir etmek, bir şeyin değerini bilmek, değer biçmek,
- ich schätze deine Hilfe sehr ( yardımını takdir ediyorum )
*ich schätze es, dass du immer ehrlich zu mir bist ( bana hep dürüst olduğun için seni takdir ediyorum )
*Die Experten schätzen den Wert Gemäldes auf eine Million Euro. ( uzmanlar tabloya bir milyon Euro değer biçiyorlar )
*ich schätze ihre Meinung sehr ( onun fikrini çok taktir ediyorum )
*ich schätze, dass es morgen regnen wird. ( yarın yağmur yağacağını tahmin ediyorum.
das Hindernis
- Engel, mani, bariyer
- Obstschale, barrier,
*Meine Deutschkenntnisse ist ein großes Hindernis, einen guten Job zu bekommen. ( Almanca bilgim ise girmemde büyük bir engel )
*Die Bürokratie stellt ein großes Hindernis für den Geschäftsstart dar. ( bürokrasi iş başlangıcı için büyük bir engel teşkil ediyor)
sich keine Fehler leisten
Hata yapma lüksüne sahip olmamak
- In diesem wichtigen Projekt kann ich mir keine Fehler leisten. ( bu önemli projede hata yapma lüksüm yok)
*Ein Chirurg darf sich während der Operation keine Fehler leisten. ( bir Cerrah’ın Amelia’s hats yapma lüksüne sahip degil )
*In einer Prüfung muss man sich keine Fehler leisten, um eine gute Note zu bekommen. ( sınavda iyi not alabilmek için hata yapma lüksüne sahip değilsin )
- ich kann mir keine Fehler leisten. ( hata yapma lüksüm yok )
die Angelegenheit
*matter, issue
- Mesele, çözülmesi gereken durum
*synm: Sache,Thema, Problem, Situation
*Die Angelegenheit muss sofort geklärt werden. ( bu mesele hemen açıklığa kavuşturulmalı )
- Ich habe mich persönlich um die Angelegenheit gekümmert. (Konuyla şahsen ilgilendim )
*Die Angelegenheit ist noch nicht abgeschlossen. (Mesele henüz kapanmadı )
*In dieser Angelegenheit kann ich dir nicht helfen. ( bu konuda sana yardımcı olamam)
die Gelegenheit
- opportunity, occasion, Chance
*fırsat, vesile - Diese Gelegenheit dürfen wir uns nicht entgehen lassen. ( Bu fırsatı kaçırmamalıyız )
- Er hat die Gelegenheit genutzt, um sich vorzustellen. ( Kendini tanıtmak için bu fırsatı değerlendirdi)
- Ich hatte die Gelegenheit mit ihm zu sprechen. ( onunla konuşmak için bir fırsatım oldu )
- Bei der nächsten Gelegenheit werde ich es dir zeigen. ( bir Sonderinteresse fırsatta Dana göstereceğim)
berücksichtigen
Präsent : berücksichtigt
Präteritum : berücksichtigte
Perfekt : hat berücksichtigt
*take into account, consider,
*göz önünde bulundurmak, hesaba katmak,
*Bei der Planung des Projekt müssen wir alle möglichen Risiken berücksichtigen. ( proje planlanırken bütün olası riskleri göz önünde bulundurulmalıdır. )
- Wir sollen die Bedürfnisse unserer Kunden berücksichtigen. (Müşterilerimizin ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmalıyız )
*NOT
*erwägen ile berücksichtigen temelde aynı anlamdadırlar ama karar verme sürecinde farklı anlamlar olabilir
*erwägen: bir şeyi dikkatlice düşünmek, değerlendirmek
*berücksichtigen : dikkate alma
entlasten
Präsent : entlastet
Präteritum : entlastete
Perfekt :hat entlastet
*relive,reduce , offload
* iş yükünü azaltarak rahatlatmak ( beruf bağlamında )
*Duch mehrere Schichten werden die Mitarbeiter entlastet . (Çoklu vardiya çalışanların iş yükünü azaltır)
*Eine kurze Pause hat sie entlastet( kısa bir mola onu rahatlattı.)
- Der neue Mitarbeiter hat das Team entlastet. ( yeni çalışan ekibi rahatlattı)
*Die neuen Verhkersmaßnahmen haben die Innenstadt entlastet. ( yeni trafik önlemleri şehir merkezini rahatlattı )
bestätigen
Präsent :bestätigt
Präteritum : bestätigte
Perfekt : hat bestätigt
- confirm, verify
*teyit etme, doğrulama, onaylama,
*Bitte bestätigen Sie mir meiner Aufträge. ( lütfen siparişimi teyit edin )
- Der Empfang der E-Mail wurde vom Empfänger bestätigt. ( e postanın alındığı alıcı tarafından teyit edildi)
- Der Termin wurde schriftlich bestätigt. ( randevu yazılı olarak teyit edildi )
- Die Bedingungen des Vertrags wurden von beiden Parteien bestätigt. ( sözleşmenin şartları her iki tarafça onaylandı )
das A und O
Das A und O Almanca da belirli bir konu daki temel veya en önemli şeyi ifade eder. Bu ifade Yunan alfabesinden gelmektedir, bu alfabede A ilk half olup O ( omega) son harftir. Başlangıç ve bitiş anlamına da gelir.
*Regelmäßiges Training ist A und O für den sportlichen Erlog.( Düzenli antreman sportif başarı için en önemli şeydir )
*In der Kundenbetreuung ist Freundlichkeit das A und O. ( müşteri hizmetlerinde nezaket, en önemli şeydir.)
- Für ein erfolgreiches Projekt it eine gute Planung das A und O.( Başarılı bir proje için iyi bir planlama en önemli şeydir )
- Pünktlichkeit ist das A und O im Berufsleben. ( dakiklik en önemli şeydir iş yaşamında )
angewiesen
Synm: abhanging, befohlen
- dependent, muhtaç, ihtiyaç, bağımlı,
- angewiesen bedeutet; abhängig sein von
- Er ist auf Hilfe seiner Freude angewiesen. ( o arkadaşlarının yardımına muhtaç.)
*Wärend des Studium war sie auf finanzielle Unterstützung angewiesen. (Üniversite eğitimi esnasında maddi desteğe ihtiyaç duyuyordu )
*Vile ältere Menschen sind auf Pflege angewiesen. ( pek çok yaşlı insan bakıma muhtaç)
- Die Firma ist auf zuverlässige Zulieferer angewiesen. ( Firma güvenilir tedarikçilere bağımldır)
- In dieser Region sind die Bauern auf regen angewiesen. ( bu bölgede ki çiftçiler yağmura bağımlıdır).
überlassen
Präsent : überlasse
Präteritum : überlässt
Perfekt : hat überlassen
- abandoned, leave, let
- bırakmak
- Überlassen Sie das mir ( bana bırakın / bırakın. En hallederim )
- ich habe ihm mein Auto für das Wochenende überlassen. ( hafta sonu için arabamı ona bıraktım )
- Ich überlasse die Entscheidung meiner Frau ( kararı eşime bıraktım )
- Die Firma hat die Organisation der Veranstaltung einem externen Dienstleister überlassen. (Şirket etkinliğin organizasyonunu dış bir hizmet sağlayıcısına bıraktı. )
abgeben
Präsent : gibt ab
Präteritum : gab ab
Perfekt : hat abgegeben
*give, deliver, hand in
- teslim etmek, vermek
- ich muss den Bericht morgen abgeben. (Raporu yarın teslim etmem gerekiyor. )
*Bitte geben sie die Schlüssel an der Rezeption ab. ( lütfen anahtarları resepsiyona teslim edin. )
- Er hat seine alten Bücher an die Bibliothek ab.
Wahrnehmung ist Realität
*algı gerçekliktir
- Für viele Menschen ist Wahrnehmung Realität, weil sie die Welt durch ihre eigenen Erfahrungen sehe. ( pekçok insan için algı gerçekliktir, çünkü dünyayı kendi deneyimleri aracılığı ile görürler )
*Wahrnehmung ist Realität, weil unsere Überzeugungen und Vorurteile beeinflussen, wie wir die Welt sehen.( Algı gerçekliktir, çünkü inançlarımız ve önyargılarımız dünyayı nasıl gördüğümüzü etkiler)
nun
- now, weil, then,allright
- artık, şu anda,
*synm: jetzt, also, dann, derteit
- Nun müssen wir eine Entscheidung treffen. (. Şimdi bir karar vermemeiz gerekiyor.)
*Nun ist es Zeit zu gehen. ( artık gitme vakti )
*Nun verstehe ich, was du gemeint hat. ( şimdi ne demek istediğini anladım)
- Nun ist der Moment gekommen um zu handeln. ( şimdi harekete geçme zamanı )
unter Beweis stellen
- Proof, evidence, Testament
- bir şeyin doğruluğunu yada yetkinliğini kanıtlamak
- Ich muss meine Fähigkeiten im Vorstellungsgespräch unter Beweis stellen. ( iş görüşmesinde yeteneklerimi kanıtlamak zorundayım )
- Die Firma hat ihre Innovationskraft wieder einmal unter Beweis gestellt. ( şirket yenilikçi gücünü bir kes daha kanıtladı. )
- Er will seine Loyalität gegenüber dem Unternehmen unter Beweis stellen. ( şirkete olan sadakatini kanıtlamak ist,yor
ein Angebot unterbreiten
- bir teklif sunmak,
*make an offer - ich werde ihm ein Angebot unterbreiten, das er nicht ablehnen kann. ( ona reddetmeyeceği bir teklif sunacağım )
- ich habe ihm ein Angebot unterbreitet, das er nicht ablehnen kann. ( ona reddedemeyeceği bir teklif sundum )
- Wir möchten Ihnen ein attraktives Angebot unterbreiten. ( size cazip bir teklif sumak istiyoruz )
- Das Unternehmen hat beschlossen, den Kunden ein verbessertes Angebot zu unterbreiten. ( şirket müşteriye geliştirilmiş/iyileştirilmiş bir teklif sunmaya karar verdi )
einen Vorschlag unterbreiten
- make a suggestion
- bir öneride bulunmak, bir öneri sunmak
- ich möchte Ihnen eine Vorschlag unterbreiten, wie wir das Problem lössen kann. ( size sorunu nasıl çözeceğimize dair bir öneride bulunmak istiyorum. )
- Der Chef hat den Mitarbeitern einen neuen Vorschlag unterbreitet. ( Patron çalışanlarına yeni bir öneride bulundu)
- Können Sie mir bitte einen Vorschlag unterbreiten, wie wir weiter vorgehen sollen? ( lütfen nasıl devam etmemiz gerektiğine dair bir öneride bulunabilirmisiniz )
- Sie hat ihm einen interessanten Vorschlag unterbreitet, der ihm sehr gefallen hat. ( Ona çok hoşuna giden ilginç bir öneride bulundu )
Die Zumutung
-İmposition, impertinece, disgrace, unreasonable demand
- Yük, külfet, dayanılmaz bir durum
(Bir kişiye aşırı ve Adil ol ayan bir şey yapmayı talep etmek ya da onun üzerine bir yük bindirmek anlamında kullanılır. Çoğunlukla olumsuz durumlar için kullanılır. - Bir kişinin dayanamayacağı bir talepte bulunma veya kabul edilemez birşeyi ondan isteme.
- zıt anlamlısı : Erleichterung ( Rahatlama )
Entlastung ( Yükün kaldırılması) - Es ist eine Zumutung, dass wir so lange warten müssen. ( bu kadar uzun süre beklemek Zorunda olmamız tam bir külfet)
-Diese Aufgabe ist eine Zumutung für jeden Mitarbeiter.( Bu görev her çalışan için dayanılmaz bir yük.)
-Was du von mir verlangst, ist eine Zumutung! ( Benden istediğin tam bir haksızlık)
-
alles fängt man an.
-Herşeye bir yerden başlanır.
Herşey bir başlangıçla başlar.
- Alles fängt man an, aber nicht alles bringt man zu Ende. ( herşeye başlanır ama her şey tamamlanmaz.)
-Alles fängt man an, mit der richtigen Einstellung. ( Herşeye doğru bir tutumla başlanır )
- Alles fängt man, wenn man mutig genug ist. ( Her şeye başlamak, yeterince cesur olduğumuzda mümkündür.)
auftauchen
Präsens: taucht auf
Partizip2: aufgetaucht
Präteritum: tauchte auf
- appear, show up, emerge
Ortaya çıkmak, su yüzüne çıkmak, beklenmedik bir şekilde görünmek
-Plötzlich tauchten unerwartete Probleme auf. ( abiden beklenmedik sorunlar ortaya çıktı)
-Am Horizont tauchten dunkle Wolken auf. ( Ufukta Kara bulutlar belirdi)
- Gestern tauchten neue Informationen in den Nachrichten auf. ( dün haberlerde yeni bilgiler ortaya çıktı )
- Während der Besprechung tauchte eine interessante Idee auf. ( toplantı sırasında ilginç fikirler ortaya çıktı.)
jemandem lästig fallen
-Birine rahatsizlik vermek, yük olmak, dert olmak
- impose on someone, rake on someone, get on somebody‘s wick
-ich hoffe, ich falle dir nicht lästig mit meinen Fragen.( umarm sorularimla Dana rahatsizlik vermiyorumdur.)
- Er fällt seinen Kollegen ständig lästig, weil er immer Hilfe braucht. ( sürekli Yardim ihtiyaci oldugu için is arkadaslarina sürekli yük oliyor.)
-Entschuldige, dass ich dir nicht wieder lästig falle, aber ich habe noch eine Bitte.
( Sana tekrar rahatsızlık verdığim için özür dilerim ama bir ricam daha var.
- Manchmal falle ich meiner Familie lästig, wenn ich zu viele Probleme bespreche. ( bazen ailemle çok fazla problemleri konuştuğumda sıkıntı verıyorum.)
- Ich wollte dem Chef nicht lästig fallen, deshalb habe ich die Frage selbst gelöst. (Müdüre rahatsızlık vermek istemedim o nedenle sorunu kendim çözdüm. )
lästig
- Annoying, trouble someone, bothersome
- bıktırıcı, sıkıcı, rahatsız edici, bunaltıcı, can sıkıcı,
- Er ist lästig ( o sıkıcı biri
- Die Fliegen sind im Sommer wirklich lästig. ( Yazin sinekler gerçekten rahatsız edici. )
- Es ist lästig, jeden Tag den gleichen Fehler zu erklären.( hergün aynı hatayı açıklamak sıkıcı oluyor. )
- Er stellte so viele Fragen, dass es lästig wurde. ( o kadar çok soru sordu ki sıkıcı Hale geldi )
- Die ständigen Beschwerden der Nachbarn sind lästig. ( komşuların sürekli şikayeti sıkıcı hale geldi.)
sich etwas vorgenommen
- decide on
- birşey yapmaya karar vermek, bir niyet edinmek,
Bir kişinin gelecekte yapmak istediği şey için kendine hedef koyup, plan yapması ) - ich habe mir vorgenommen, ab morgen jeden Tag Sport zu treiben. ( yarından ıtıbaren hergün spor yapmaya karar verdım)
- Er nimmt sich vor, die Prüfung beim nächsten Mal zu bestehen. ( Gelecek Sefer sınavı geçmeye kararlı )
- Wir haben uns vorgenommen, dieses Jahr weiniger Geld auszugeben. ( bu yıl daha az para harcamaya karar verdik. )
- Hast du dir etwas für das neue Jahr vorgenommen? ( yeni yıl için bir planın var mı ?
- ich nehme mich vor, mehr Zeit mit meıner Familie zu verbringen. ( ailemle daha fazla vakit geçirmeye karar verdim.)
diejenigen
- that one, that, people who
- o kişi, şu şey
Diejenige, kadın cinsiyeti için tekil
derjeniger, erkek cinsiyeti için tekil
dasjenige nötür için tekil
Diejenigen, çoğul
Belirli bir kişi ya da şeyi vurgulamak için kullanılan zamirlerdir.
-Diejenige, die spricht, hat recht. ( konuşan kişi haklı.)
- Diejenigen, die zuerst ankommt, bekommt den besten Platz. ( ilk gelen kişi en iyi yeri alır.)
-Derjenige, der die Hausaufgaben gemacht hat, darf jetzt nach Hause gehen. ( Ödevini Yapan kişi şimdi eve gidebilir. )
-Dasjenige Buch, das ich gesucht habe, liegt endlich auf dem Tisch. ( Aradığım kitap sonunda masanın üstünde duruyor.)
- Ich meine diejenigen, die sich immer beschweren. ( Ben sürekli sikayet edenleri kastediyorum.)
-Sie ist diejenige, die mir immer helfen.( Bana her zaman yardim eden odur. )
-Er ist derjenige, der für das Problem verantwortlich ist. ( sorunlardan sorumlu olan kişi odur.)
-Diejenigen, die Interesse haben, können sich bei mir melden. ( ilgilenenler bana başvurabilir)
verarschen
- be kidding, fool
- dalga geçmek, kafaya almak, alaya almak, kandırmak ( daha çok argo bir ifadedir)
Necken : takılmak, kafa bulmak
-Sie verarscht mich doch. (O benimle dalga geçiyor.)
-Willst du mıch verarschen ?( benimle dalga mı geçiyorsun?)
- Die Werbung verarscht uns doch nur. (Reklam bizi resmen kandırıyor)
- Hör auf, mich zu verarschen. ( benimle dalga gecmeyi birak)
-Das war nur Spaß, ich wollte dich nicht verarschen. ( bu sadece şakaydı. Seni kandırmak istemedim.)
indiskret
- saygisiz, patavatsız, sır saklamayan,
Özel hayata müdahale eden. Birinin mahremiyetini ihlal edici gereksiz sorular sormak
Benzer anlam:
Taklos: Düşüncesiz saygısız
Aufdringlich: Israrcı, rahatsız edici
Zıt anlam:
diskret: respektvoll, saygılı, özel hayata müdahale etmeyen.
taktvoll: ince düşünceli
rücksichtsvoll: Düşünceli saygılı
-ich wollte nicht indiskret sein. ( Özelini ihlal etmek istemem.)
-Seine Frage war sehr indiskret. ( onun sorusu çok patavatsızdı.)
- Es ist indiskret, jemandes Gehalt zu fragen. ( birine maaşını sormak patavatsızlıktır.)
-Manchmal kann er indiskret und neugierig sein. (Bazen patavatsız ve meraklı olabiliyor.)
-
ins Detail gehen
-go into detail
- detaya girmek
Ich will nicht so ins Detail gehen. ( bu kadar detaya girmek istemiyorum.
-
ins Detail gehen
-go into detail
- detaya girmek
Ich will nicht so ins Detail gehen. ( bu kadar detaya girmek istemiyorum.
-
Das Einfühlungsvermögen
-Empaty
- empati, duygudaşlık
Sein Einfühlungsvermögen liegt bei null.
( onun empati yeteneği sıfır )
- Das Einfühlungsvermögen ist eine wichtige Herausforderung für die Gesellschaft.
hervorheben
-Highlight, emphasize
- vurgulamak, öne çıkarmak, altını çizmek, belirtmek
Synonyme: -betonen, unterstreichen
(Zıttı ) Entgegensetze: ignorieren, verschweigen, verharmlosen
- Der Lehrer hob die wichtigsten Punkte der Präsentation hervor. ( Öğretmen Sülün’ün önemli noktalarini vurguladi.)
- ich möchte besonders hervorheben, dass die Projekt ohne das Team nicht möglich gewesen wäre. ( Özellille belirtmek isterim ik bu Proje ekip olmadan mümkün olmazdı. )
- In seiner Rede hob der Politiker die wirtschaftlichen Erfolge der letzten Jahre hervor. ( politikacı konuşmasında son yıllardaki ekonomik başarıları öne çıkardı.)
- Die Expertin hob hervor, wie wichtig nachhaltige Energiequellen sind. ( Uzman sürdürülebilir enerji kaynaklarının ne kadar önemli olduğunu vurguladı.)
vernachlässigen
- neglect, ignore
- ihmal etmek, gözardı etmek, önemsememek
-Synonym: ignoriere,missachten, übersehen
- Gegenteil: sich kümmern um, beachten, pflegen
- Er hat seine Gesundheit jahrelang vernachlässigt, und jetzt hat er viele Probleme.
- Die Regierung darf die Bildungspolitik nicht vernachlässigen. ( hükümet Egitim Politikasını ihmal etmemelı )
-wenn du deine Pflanzen vernachlässigst, werden sie vertrocknen. (Bıtkılerını ihmal edersen kurular. ) - Er fühlt sich von seinen Eltern vernachlässigt. ( kendısını ailesi tarafından ihmal edilmiş hissediyor.)
- ## Die Firma hat den Kundenservice in den letzten Jahren vernachlässigt. ( firma müşteri hizmetlerini son yıllarda ihmal etti.)
Die Intuition
- Instinkt, insight
- Sezgi, icgüdü, önsezi
Benzer anlam/ synonym
-Das Bauchgefühl : içgüdüsel his
-Die Eingebung : İlham, içe doğma
- Die Ahnung : önsezi, sezgi
- Meine Intuition sagt mir, dass etwas nicht stimmt. ( Sezgilerim bana birşeylerin yanlış gittiğini söylüyor. )
- Gute Intuition ist in vielen Berufen ein großer Vorteil. ( iyidir sezgi birçok meslek için büyük bir avantajdır)
- Ich treffe Entscheidung oft aus Intuition, nicht aus Logik. ( kararlarımı genellikle sezgileriyle alır mantıkla değil)
-Die Intuition hilft uns, Situationen schnell einzuschätzen. (Sezgi durumları hızlı bir şekilde değlerlendirmemize yardımcı olur. )
- Manche Menschen haben eine besondere starke Intuition. ( bazı ınsanlar özellikle güçlü bir sevgiye sahiptir. )
die Achtung verlieren
- saygıyı kaybetmek, başkasının gözünde itibarını yitirmek
-fall into disrepute
-Wer ständig lügt, verliert die Achtung seiner Freunde.( süreklimyalan söyleyen arkadaşlarının saygısını kaybeder.)
- Er hat die Achtung seiner Kollegen verloren, weil er sich unfair verhalten hat. ( haksız davrandığı için meslektaşlarının saygısını kaybetti.)
- Nach diesem Skandal hat er in der Stadt die Achtung verloren. ( bu skandaldan sonra şehirden saygınlığını yıtırdı. )
ansteckend
-contagious, infectious
- bulaşıcı ( somut anlamda Hastalık, soyut anlamda duygu yada bir davranış )
-synonyms: übertragbar, infektiös
- Die Grippe ist sehr ansteckend, deshalb solltest du zu Hause bleiben.
- Lachen ist ansteckend, wenn jemand lacht, müssen oft auch andre mitmachen.
( gülmek bulaşıcıdır biri gülünce ona katılırsın )
-Diese Krankheit ist hochanstekend, also ist Vorsicht geboten. ( bu hastalık oldukça bulaşıcıdır bu yüzden dikkat edilmelidir )
- Seine Begeisterung für das Projekt war ansteckend, bald alle motiviert.
( onun projeye heyecanı bulaşıcıydı, kısa sürede herkes motive oldu ) - wenn jemand nervös ist, kann das ansteckend sein und andere ebenfalls verunsichern.
( biri gergin olduğunda bu bulaşıcı olabilir ve diğerlerini de tedirgin edebilir)
mehr als je zuvor
- more than ever before
- her zamankinden daha fazla
- Durch die Digitalisierung nutzen die Menschen soziale Medien mehr als je zuvor.
( dijitalleşme sayesinde insanlar sosyal iletişim araçlarını her zamankinden daha fazla kullanıyorlar.) - Die Umweltverschmutzung ist heute mehr als je zuvor ein großes Problem.
( çevre kirliliği bugün her zamankinden daha büyük sorun.)
- Ich arbeite hart, weil ich mehr als je zuvor Erfolg haben will.
( başarılı olmak için her zaman kinden daha fazla çalışıyorum) - unsere Leidenschaft ist jetzt mehr als je zuvor stark.
( tutkumuz her zamankinden daha güçlü )
Synonym:
*So viel nie zuvor : daha önce hiç olmadığı kadar
*stärker als je zuvor : her zamankinden daha güçlü
*wichtiger als je zuvor : her zamankinden daha önemli
sich gönnen etwas
Anlamı:
Almanca “sich etwas gönnen”, kendine bir şey armağan etmek, kendini ödüllendirmek, bir şeyi hak ettiğini düşünerek keyifle almak veya yapmak anlamına gelir. Genellikle bir lüksü, küçük bir keyfi ya da dinlenmeyi ifade eder.
Türkçe Çevirisi:
• Kendine bir şey armağan etmek
• Kendini ödüllendirmek
• Kendine bir şey yakıştırmak
1. Nach einer stressigen Woche gönne ich mir ein entspanntes Wochenende im Spa. (Stresli bir haftadan sonra kendime bir spa tatili armağan ediyorum.) 2. Man sollte sich ab und zu eine Pause gönnen, um neue Energie zu tanken. (Zaman zaman yeni enerji toplamak için kendine bir mola vermelisin.) 3. Er hat so hart gearbeitet, dass er sich den teuren Urlaub wirklich gönnen kann. (O kadar çok çalıştı ki, pahalı tatili gerçekten hak etti.) 4. Heute Abend gönne ich mir ein gutes Glas Wein und ein schönes Buch. (Bu akşam kendime güzel bir bardak şarap ve hoş bir kitap armağan ediyorum.) 5. Sie gönnte sich ein neues Auto, nachdem sie eine Beförderung bekommen hatte. (Terfi aldıktan sonra kendine yeni bir araba aldı.)
Benzer Kelimeler:
• sich verwöhnen → Kendini şımartmak
• sich leisten → Bir şeyi maddi olarak karşılayabilmek
• sich belohnen → Kendini ödüllendirmek
• genießen → Tadını çıkarmak, keyif almak
“Sich etwas gönnen”, genellikle maddi ya da manevi olarak bir şeyi hak etmek ve kendine güzel bir şey sunmak anlamında kullanılır.
gönn mir das
Anlamı:
Almanca “Gönn mir das”, “Bunu bana çok görme”, “Bunu bana hak gör”, ya da “Bunu bana layık gör” anlamına gelir. Genellikle biri kendine bir şey almak, yapmak veya yaşamak istediğinde, ama başkası bunu sorguladığında ya da kıskandığında kullanılır.
Türkçe Çevirileri:
• Bana bunu çok görme.
• Bunu bana hak gör.
• Ben de biraz keyif yapayım.
• Bunu hak ettim.
Kullanım Örnekleri:
1. “Ich kaufe mir endlich das neue Handy. Gönn mir das!”
(Sonunda kendime yeni telefonu alıyorum. Bana bunu çok görme!)
2. “Ich nehme mir heute einen freien Tag. Gönn mir das einfach!”
(Bugün kendime izin veriyorum. Bunu bana hak gör!)
3. “Ja, ich esse schon wieder Schokolade. Gönn mir das!”
(Evet, yine çikolata yiyorum. Bunu bana çok görme!)
4. “Ich fahre in den Urlaub, gönn mir das doch!”
(Tatile gidiyorum, bana bunu çok görme artık!)
5. “Ich gönn mir heute ein teures Essen im Restaurant. Gönn mir das!”
(Bugün kendime pahalı bir restoranda yemek ısmarlıyorum. Bunu hak ettim!)
Ekstra Bilgi:
• “Gönn dir!” → “Hadi, kendini şımart!” veya “Hadi, keyfini çıkar!” gibi teşvik edici bir ifade. Özellikle gençler arasında popülerdir.
• “Gönn mir mal was!” → “Bana da bir şeyler layık gör!”
Bu ifade genellikle şaka yollu ya da yarı ciddi bir tonda kullanılır. Özellikle kıskanılan ya da sorgulanan bir durum karşısında, kendini savunma ya da espri yapma amaçlı söylenir.
bummeln
bummeln (fiil)
Anlamı:
1. Ağır ağır dolaşmak, gezmek (ohne Eile spazieren oder durch die Stadt schlendern)
• Am Wochenende bummeln wir oft durch die Einkaufsstraßen.
(Hafta sonları sık sık alışveriş caddelerinde dolaşırız.)
2. Oyalanmak, ağırdan almak (sich Zeit lassen, langsam sein)
• Beeil dich, du bummelst schon wieder!
(Acele et, yine oyalanıyorsun!)
3. Verimli çalışmamak, tembellik yapmak (langsam oder ineffizient arbeiten)
• Er hat heute den ganzen Tag nur gebummelt und nichts erledigt.
(Bugün tüm gün oyalanıp hiçbir şey yapmadı.)
İlgili kelimeler:
• der Bummel (isim): Gezinti, dolaşma (ein entspannter Spaziergang ohne bestimmtes Ziel)
• Schaufensterbummel: Vitrin gezme
• Stadtbummel: Şehirde gezinti
zittern
Anlamı:
1. Titremek, sarsılmak (sich unkontrolliert bewegen, meist wegen Kälte, Angst oder Aufregung)
• Vor Kälte zitterte sie am ganzen Körper.
(Soğuktan tüm bedeni titriyordu.)
• Er zitterte vor Angst, als er die schlechte Nachricht hörte.
(Kötü haberi duyduğunda korkudan titriyordu.)
2. Endişelenmek, korkmak (Angst haben, sich um etwas sorgen)
• Die Fans zitterten bis zur letzten Minute um den Sieg ihrer Mannschaft.
(Taraftarlar takımlarının galibiyeti için son dakikaya kadar endişelendi.)
Der Fahrer hat vor Angst gezittert. Und die kontrolliert verloren.
( sürücü korkudan titredi ve kontrolü kaybetti.)
İlgili Kelimeler:
• das Zittern (isim): Titreme
• zitternd (sıfat): Titreyen
• Gänsehaut bekommen: Korku veya soğuk nedeniyle tüylerin diken diken olması
Der Leichtsinn
Anlamı:
1. Düşüncesizlik, dikkatsizlik, umursamazlık (Unvorsichtigkeit, Sorglosigkeit)
• Aus Leichtsinn fuhr er viel zu schnell und verursachte einen Unfall.
(Dikkatsizlikten dolayı çok hızlı sürdü ve bir kazaya neden oldu.)
• Ihr Leichtsinn könnte gefährliche Konsequenzen haben.
(Onun düşüncesizliği tehlikeli sonuçlara yol açabilir.)
2. Tedbirsizlik, vurdumduymazlık (Mangel an Vorsicht oder Ernsthaftigkeit)
• Es ist reiner Leichtsinn, ohne Helm Fahrrad zu fahren.
(Kask takmadan bisiklet sürmek tam bir tedbirsizliktir.)
İlgili Kelimeler:
• leichtsinnig (sıfat): Düşüncesiz, dikkatsiz, umursamaz
• der Übermut: Aşırı özgüven, dikkatsiz cesaret
• unvorsichtig: Dikkatsiz, tedbirsiz
Zıt Anlamlılar:
• Vorsicht (die): Dikkat, tedbir
• Sorgfalt (die): Özen, titizlik
• Bedachtheit (die): Düşüncelilik, ihtiyatlı olma
freisprachen
Freisprechen (fiil, trennbares Verb: spricht frei, sprach frei, hat freigesprochen)
Anlamı:
1. Beraat ettirmek, suçsuz ilan etmek (von einer Schuld oder Strafe entbinden)
• Der Angeklagte wurde mangels Beweisen freigesprochen.
(Sanık, delil yetersizliğinden beraat etti.)
• Das Gericht hat ihn von allen Vorwürfen freigesprochen.
(Mahkeme onu tüm suçlamalardan akladı.)
2. (Birisini) bir yükümlülükten muaf tutmak (von einer Verpflichtung entbinden)
• Der Lehrer sprach ihn von den Hausaufgaben frei, weil er krank war.
(Öğretmen, hasta olduğu için onu ödevden muaf tuttu.)
3. Mesleki eğitimde kalfalık sınavını geçmek (die Gesellenprüfung bestehen und als Geselle anerkannt werden)
• Nach drei Jahren Ausbildung wurde er als Handwerksgeselle freigesprochen.
(Üç yıllık eğitimin ardından kalfa olarak serbest bırakıldı.)
İlgili Kelimeler:
• die Freisprechung: Beraat, aklanma, meslek eğitiminde serbest bırakılma
• der Freispruch: Beraat kararı
• entlasten: Aklamak, yükünü hafifletmek
• freilassen: Serbest bırakmak
Zıt Anlamlılar:
• verurteilen: Mahkûm etmek
• belasten: Suçlamak, yük olmak
• schuldig sprechen: Suçlu ilan etmek
vor Gericht stellen
Vor Gericht stellen (birini mahkemeye çıkarmak, yargı önüne çıkarmak)
Anlamı:
• Bir kişiyi bir suçtan dolayı mahkemeye çıkarmak, yargı önüne çıkarmak.
• Hukuki süreç başlatarak bir kişiyi adalet önüne getirmek.
Örnek Cümleler:
1. Der ehemalige Manager wurde wegen Betrugs vor Gericht gestellt.
(Eski yönetici dolandırıcılık nedeniyle mahkemeye çıkarıldı.)
2. Nach langen Ermittlungen hat die Staatsanwaltschaft entschieden, ihn vor Gericht zu stellen.
(Uzun süren soruşturmaların ardından savcılık onu mahkemeye çıkarmaya karar verdi.)
3. Wenn genügend Beweise vorliegen, wird er vor Gericht gestellt.
(Yeterli kanıt bulunursa, mahkemeye çıkarılacak.)
4. Der mutmaßliche Täter wird nächste Woche vor Gericht gestellt.
(Şüpheli suçlu gelecek hafta mahkemeye çıkarılacak.)
İlgili Terimler:
• die Anklage erheben: Dava açmak, suçlamak
• der Prozess: Dava, yargılama süreci
• verurteilen: Mahkûm etmek, cezalandırmak
• freisprechen: Beraat ettirmek, aklamak
• die Gerichtsverhandlung: Mahkeme duruşması
Das Angesicht
Anlamı:
1. Yüz, çehre (Gesicht kelimesinin eski veya edebi karşılığıdır.)
2. Mecazi anlamda: Bir şeyle yüzleşme, karşı karşıya gelme durumu
Örnek Cümleler:
1. Wörtliche Bedeutung (Kelime anlamı - Yüz, çehre):
• Sein Angesicht war blass vor Angst.
(Onun yüzü korkudan solgundu.)
• Das Angesicht der alten Frau strahlte Güte aus.
(Yaşlı kadının yüzü iyilik saçıyordu.)
2. Übertragene Bedeutung (Mecazi anlam - Karşı karşıya gelmek, yüzleşmek):
• Im Angesicht des Todes wurde ihm klar, was wirklich wichtig ist.
(Ölümle yüzleştiğinde, gerçekten önemli olanı anladı.)
• Wir stehen im Angesicht einer großen Herausforderung.
(Büyük bir zorlukla karşı karşıyayız.)
Sabit İfadeler ve Deyimler:
• „Im Angesicht von…“ → Bir şeyle yüz yüze gelmek, bir şey karşısında
• Im Angesicht der Gefahr blieb er ruhig.
(Tehlikeyle karşı karşıya olmasına rağmen sakin kaldı.)
• „Von Angesicht zu Angesicht“ → Yüz yüze, birebir görüşmek
• Wir müssen dieses Problem von Angesicht zu Angesicht besprechen.
(Bu sorunu yüz yüze konuşmalıyız.)
• „Jemandem ins Angesicht sagen“ → Birine doğrudan yüzüne söylemek
• Er hatte den Mut, ihr die Wahrheit ins Angesicht zu sagen.
(Ona gerçeği doğrudan yüzüne söyleme cesareti vardı.)
İlgili Kelimeler:
• das Gesicht → Yüz (günlük kullanımda daha yaygın)
• die Miene → Yüz ifadesi
• die Erscheinung → Görünüş
• die Konfrontation → Yüzleşme
Not:
“Angesicht”, günlük konuşmada sık kullanılmaz. Daha çok edebi, dini veya eski Almanca metinlerde görülür. Günlük dilde “Gesicht” kelimesi tercih edilir.
ermahnen
Ermahnte (fiilin geçmiş hali: ermahnen)
Anlamı:
Ermahnen, birini uyarmak, ikaz etmek veya dikkatli olması konusunda nasihat vermek anlamına gelir. Genellikle bir otorite figürü (öğretmen, ebeveyn, yönetici vb.) tarafından kullanılır.
Örnek Cümleler:
1. Der Lehrer ermahnte die Schüler, im Unterricht leise zu sein.
(Öğretmen, öğrencileri derste sessiz olmaları konusunda uyardı.)
2. Er ermahnte seinen Sohn, vorsichtiger zu fahren.
(Oğlunu daha dikkatli araba kullanması konusunda uyardı.)
3. Die Polizei ermahnte die Demonstranten, friedlich zu bleiben.
(Polis, göstericileri barışçıl kalmaları konusunda uyardı.)
4. Sie ermahnte ihn, seine Arbeit nicht zu vernachlässigen.
(Onu, işini ihmal etmemesi konusunda uyardı.)
5. Der Chef ermahnte seine Mitarbeiter zur Pünktlichkeit.
(Patron, çalışanlarını dakik olmaları konusunda uyardı.)
İlgili Kelimeler:
• warnen → uyarmak
• mahnen → hatırlatmak, ikaz etmek
• zurechtweisen → azarlamak, paylamak
• tadeln → kınamak, eleştirmek
Not: Ermahnen kelimesi genellikle resmi veya ciddi bağlamlarda kullanılır. Birini nazikçe uyarmak veya bir konuda dikkatli olmasını istemek için tercih edilir.
Anlässlich
Anlamı:
“Anlässlich” edatı, -den dolayı, vesilesiyle, münasebetiyle anlamına gelir. Genellikle resmi veya yazılı Almanca’da kullanılır ve bir olay veya durumla bağlantılı bir şeyi ifade eder.
Örnek Cümleler:
1. Anlässlich seines Geburtstages gab er eine große Feier.
(Doğum günü münasebetiyle büyük bir kutlama yaptı.)
2. Anlässlich des Jubiläums wurde eine Ausstellung organisiert.
(Yıldönümü vesilesiyle bir sergi düzenlendi.)
3. Anlässlich der Hochzeit ihrer Tochter lud sie viele Gäste ein.
(Kızının düğünü münasebetiyle birçok misafir davet etti.)
4. Anlässlich des Nationalfeiertags gibt es eine große Parade.
(Ulusal bayram vesilesiyle büyük bir geçit töreni var.)
5. Anlässlich des Firmenjubiläums erhalten alle Mitarbeiter eine Prämie.
(Şirketin yıldönümü vesilesiyle tüm çalışanlar prim alacak.)
Benzer ve İlgili Kelimeler:
• wegen → nedeniyle
• aufgrund → sebebiyle
• aus Anlass von → vesilesiyle
• bei Gelegenheit → fırsat buldukça
Not:
“Anlässlich”, Genitiv (ilgi hali) ile kullanılır. Örneğin:
• Anlässlich des Geburtstages (Doğum günü vesilesiyle)
• Anlässlich der Hochzeit (Düğün münasebetiyle)
Resmi davetiyelerde, duyurularda ve akademik yazılarda sıkça görülür.
schweigen
Anlamı:
“Schweigen” fiili, susmak, sessiz kalmak, konuşmamak anlamına gelir.
Konjugation (Çekimi):
Präsens Präteritum Perfekt
ich schweige ich schwieg ich habe geschwiegen
du schweigst du schwiegst du hast geschwiegen
er/sie/es schweigt er/sie/es schwieg er/sie/es hat geschwiegen
wir schweigen wir schwiegen wir haben geschwiegen
ihr schweigt ihr schwiegt ihr habt geschwiegen
sie/Sie schweigen sie/Sie schwiegen sie/Sie haben geschwiegen
Örnek Cümleler:
1. Er schwieg eine Weile und dachte nach.
(Bir süre sustu ve düşündü.)
2. Warum schweigst du? Hast du etwas zu verbergen?
(Neden susuyorsun? Saklayacak bir şeyin mi var?)
3. Die Zeugen schwiegen während des Verhörs.
(Tanıklar sorgu sırasında sessiz kaldı.)
4. Sie hat über das ganze Thema geschwiegen.
(Bütün konu hakkında sessiz kaldı.)
5. In der Bibliothek sollte man schweigen.
(Kütüphanede sessiz kalınmalı.)
Benzer Kelimeler:
• verstummen → sessizleşmek, susmak
• stillschweigen → sessiz kalmak, bir şey hakkında konuşmamak
• verschweigen → saklamak, söylememek
Zıt Anlamlılar:
• reden → konuşmak
• sprechen → konuşmak
• erzählen → anlatmak
• diskutieren → tartışmak
Not: “Schweigen ist Gold” (Susmak altındır) şeklinde bir Almanca atasözü vardır.
Rührung
Anlamı:
“Rührung”, duygulanma, hislenme, içlenme anlamına gelir. Genellikle bir olay, söz veya durum karşısında derin duygulara kapılmayı ifade eder.
Örnek Cümleler:
1. Sie konnte ihre Rührung nicht verbergen und weinte leise.
(Duygulanmasını gizleyemedi ve sessizce ağladı.)
2. Der alte Mann schaute mit Rührung auf die Fotos seiner Familie.
(Yaşlı adam ailesinin fotoğraflarına duygulanarak baktı.)
3. Seine Worte haben mich tief berührt und Rührung in mir ausgelöst.
(Sözleri beni derinden etkiledi ve içimde bir duygu yoğunluğu yarattı.)
4. Vor Rührung konnte sie nicht sprechen.
(Duygulandığından konuşamadı.)
5. Die Zuschauer waren von der bewegenden Geschichte voller Rührung.
(İzleyiciler etkileyici hikâye karşısında duygulandı.)
Benzer Kelimeler:
• Ergriffenheit → Etkilenme, duygulanma
• Gefühlstiefe → Duygusal derinlik
• Rührseligkeit → Aşırı duygusallık
Zıt Anlamlılar:
• Gleichgültigkeit → Kayıtsızlık, ilgisizlik
• Kälte → Soğukluk, duygusuzluk
• Härte → Sertlik, katılık
Not: “Rührung” genellikle olumlu bir duygulanmayı ifade eder, ancak bazen aşırı hassasiyet veya sentimentalizm anlamında da kullanılabilir.
Heftigkeit
Anlamı:
“Heftigkeit”, şiddet, yoğunluk, güçlü etki anlamına gelir. Bir olayın, duygunun veya hareketin aşırı derecede güçlü ve sert bir şekilde ortaya çıkması durumunu ifade eder.
Örnek Cümleler:
1. Die Heftigkeit des Sturms überraschte alle.
(Fırtınanın şiddeti herkesi şaşırttı.)
2. Er reagierte mit großer Heftigkeit auf die Kritik.
(Eleştiriye büyük bir şiddetle tepki verdi.)
3. Die Heftigkeit seiner Schmerzen ließ ihn kaum atmen.
(Ağrılarının şiddeti onu neredeyse nefes alamaz hale getirdi.)
4. In der Heftigkeit des Streits vergaßen sie ihre guten Manieren.
(Tartışmanın şiddetinde iyi davranışlarını unuttular.)
5. Die Heftigkeit des Verkehrs machte die Fahrt sehr anstrengend.
(Trafiğin yoğunluğu yolculuğu çok zor hale getirdi.)
Benzer Kelimeler:
• Intensität → Yoğunluk, şiddet
• Stärke → Güç, kuvvet
• Gewalt → Şiddet, kuvvet
• Heftigkeit bazen, özellikle duygusal anlamda aşırılığı ve patlamayı ifade eder.
Zıt Anlamlılar:
• Sanftheit → Yumuşaklık, nazik olma
• Mäßigung → Ölçülülük, denetim
• Schwäche → Zayıflık
Not: “Heftigkeit” genellikle olayların veya duyguların sert, güçlü ve kontrolden çıkmış olduğu durumları tanımlar. Bu kelime bazen olumsuz bir anlam taşır, fakat bağlama göre nötr de olabilir.
ausschließen
Anlamı:
“Ausschließen”, dışlamak, hariç tutmak, dahil etmemek anlamına gelir. Bir kişiyi, durumu ya da şeyi bir gruptan, faaliyetten veya olasılıktan uzak tutmak, engellemek demektir. Aynı zamanda bir şeyin olasılığını tamamen reddetmek anlamında da kullanılabilir.
Örnek Cümleler:
1. Die Teilnahme an dem Wettbewerb schließt nur Mitglieder des Vereins ein.
(Yarışmaya katılım sadece kulüp üyelerini kapsar.)
2. Er wurde aufgrund seiner schlechten Leistung vom Team ausgeschlossen.
(Kötü performansı nedeniyle takımından dışlandı.)
3. Die Theorie schließt alle anderen Erklärungen aus.
(Bu teori, diğer tüm açıklamaları dışlar.)
4. Es wurde beschlossen, den Vorschlag aufgrund rechtlicher Bedenken auszuschließen.
(Hukuki endişeler nedeniyle teklif dışarıda bırakıldı.)
5. Niemand sollte aufgrund seiner Herkunft ausgeschlossen werden.
(Hiç kimse kökenine bakılmaksızın dışlanmamalıdır.)
Benzer Kelimeler:
• Drauslassen → Hariç tutmak, dışlamak
• Abschneiden → Kesmek, dışarıda bırakmak
• Verdrängen → Baskı yapmak, dışlamak
Zıt Anlamlılar:
• Einbeziehen → Dahil etmek
• Aufnehmen → Almak, kabul etmek
• Inkludieren → Dahil etmek
Not: “Ausschließen” kelimesi bazen olumsuz bir anlam taşır, çünkü bir şeyi ya da birini dışlamak çoğu zaman istenmeyen veya olumsuz bir durumu ifade eder.
erzeugen
Anlamı:
“Erzeugen”, üretmek, meydana getirmek, yaratmak anlamına gelir. Bir şeyin oluşmasına veya ortaya çıkmasına neden olmak, yaratmak ya da üretmek için kullanılan bir fiildir.
Ein Kind erzeugen : Çocuk yapmak
Örnek Cümleler:
1. Die Fabrik erzeugt täglich Tausende von Produkten. (Fabrika her gün binlerce ürün üretmektedir.) 2. Seine Rede hat große Begeisterung erzeugt. (Onun konuşması büyük bir heyecan yarattı.) 3. Die Sonne erzeugt Wärme und Licht. (Güneş ısı ve ışık üretir.) 4. Ein starkes Erdbeben kann große Zerstörung erzeugen. (Güçlü bir deprem büyük tahribat yaratabilir.) 5. Die neuen Technologien haben viele Arbeitsplätze erzeugt. (Yeni teknolojiler birçok işyeri yaratmıştır.)
Benzer Kelimeler:
• Hervorbringen → Meydana getirmek, yaratmak
• Produzieren → Üretmek
• Schaffen → Yaratmak, oluşturmak
Zıt Anlamlılar:
• Zerstören → Yok etmek, tahrip etmek
• Vernichten → Yok etmek, imha etmek
• Beseitigen → Gidermek, ortadan kaldırmak
Not: “Erzeugen” kelimesi, genellikle doğal veya yapay bir şeyin ortaya çıkmasını ifade etmek için kullanılır. Bu kelime, hem fiziksel nesneler hem de soyut duygular veya etkiler için kullanılabilir.
ans Netzt gehen
Anlamı:
“Ans Netz gehen”, ağa bağlanmak, internete bağlanmak ya da bir sistemin parçası olmak anlamında kullanılır. Genelde internet ya da bir ağa (örneğin telefon hattı, elektrik şebekesi) bağlanmak için kullanılan bir ifadedir.
Örnek Cümleler:
1. Ich muss den Router neu starten, damit wir wieder ans Netz gehen können.
(Yönlendiriciyi yeniden başlatmam gerekiyor, böylece tekrar ağa bağlanabiliriz.)
2. Die neue Software geht jetzt ans Netz und ist für alle Benutzer verfügbar.
(Yeni yazılım şimdi ağa bağlanıyor ve tüm kullanıcılar için kullanılabilir.)
3. Nach der Wartung wird das System voraussichtlich um 18 Uhr wieder ans Netz gehen.
(Bakımın ardından sistemin saat 18’de tekrar ağa bağlanması bekleniyor.)
4. Der Online-Shop ist gerade nicht erreichbar, weil er ans Netz geht.
(Çevrimiçi mağaza şu anda erişilemiyor, çünkü ağa bağlanıyor.)
5. Es dauert eine Weile, bis das neue System ans Netz geht.
(Yeni sistemin ağa bağlanması bir süre alacak.)
Not:
Bu ifade özellikle teknik, bilgisayar ve internetle ilgili durumlar için yaygın olarak kullanılır. “Ans Netz gehen”, bir sistemin çalışmaya başlaması veya bir bağlantının aktif hale gelmesi anlamına gelir.
ausstoßen
Etwas ausstoßen
Anlamı:
“Etwas ausstoßen”, bir şey salmak, yaymak, dışarıya atmak anlamında kullanılan bir ifadedir. Genellikle gaz, ses veya diğer maddelerin bir yerden çıkması veya yayılması durumunu tanımlar.
Örnek Cümleler:
1. Das Auto stößt schädliche Gase in die Luft aus.
(Araba, havaya zararlı gazlar salıyor.)
2. Die Fabrik stößt täglich Abgase aus, die die Luft verschmutzen.
(Fabrika her gün, havayı kirleten egzoz gazları yayıyor.)
3. Er hat während des Vortrags ein lautes Geräusch ausgestoßen.
(Konuşma sırasında yüksek bir ses çıkardı.)
4. Vulkane stoßen Lava und Asche aus, wenn sie ausbrechen.
(Volkanlar patladığında lav ve kül çıkarır.)
5. Der Ofen stößt warme Luft aus, um den Raum zu heizen.
(Fırın, odayı ısıtmak için sıcak hava yayar.)
Not:
“Etwas ausstoßen”, genellikle doğal süreçler (örneğin volkanik patlamalar) veya insan yapımı faaliyetler (fabrikalardan çıkan gazlar) ile ilişkilidir. Bir şeyin dışarıya doğru yayıldığını veya atıldığını ifade eder.
auslasten
Anlamı:
“Auslasten”, bir şeyin tam kapasiteyle kullanılması, doldurulması ya da tıka basa çalıştırılması anlamına gelir. Genellikle araçlar, makineler, tesisler veya insanlar için kapasiteyi en verimli şekilde kullanmak için kullanılır.
Örnek Cümleler:
1. Die Maschine ist vollständig ausgelastet und kann keine weiteren Aufträge annehmen.
(Makine tamamen kullanılıyor ve daha fazla sipariş alamaz.)
2. Er hat seine Arbeitszeit voll ausgelastet, sodass er keine Freizeit mehr hatte.
(Çalışma saatlerini tamamen doldurdu, bu yüzden hiç boş zamanı yoktu.)
3. Die Fluggesellschaft hat den Flieger optimal ausgelastet, um Kosten zu sparen.
(Havayolu şirketi, maliyetleri azaltmak için uçağı optimal şekilde doldurdu.)
4. Der Computer ist stark ausgelastet, daher arbeitet er langsamer.
(Bilgisayar yoğun bir şekilde kullanılıyor, bu yüzden daha yavaş çalışıyor.)
5. Die Fabrik ist derzeit voll ausgelastet und produziert mehr Einheiten als je zuvor.
(Fabrika şu anda tam kapasite çalışıyor ve her zamankinden daha fazla üretim yapıyor.)
Not:
“Auslasten”, bir şeyin veya bir sistemin kapasitesinin en verimli şekilde kullanılması, bazen de tamamen doldurulması durumunu ifade eder.
ausnutzen
Anlamı:
“Ausnutzen”, bir fırsat, durum veya kaynakları maksimum şekilde yararlanmak veya sömürmek anlamına gelir. Bazen olumsuz bir anlam taşır çünkü bu, başkalarını haksız şekilde faydalanmak olarak da algılanabilir.
Örnek Cümleler:
1. Er hat die Gelegenheit ausgenutzt, um mehr Geld zu verdienen.
(Fırsatı, daha fazla para kazanmak için kullandı.)
2. Die Firma hat das neue Gesetz ausgenutzt, um Steuern zu sparen.
(Şirket, yeni yasayı vergi ödememek için kullandı.)
3. Es ist nicht fair, die Hilfsbereitschaft von anderen auszunutzen.
(Diğerlerinin yardımseverliğinden faydalanmak adil değildir.)
4. Sie hat ihre Position ausgenutzt, um einen besseren Vertrag zu bekommen.
(Pozisyonunu, daha iyi bir sözleşme almak için kullandı.)
5. Man sollte die Vorteile eines guten Netzwerks ausnutzen, um beruflich weiterzukommen.
(İyi bir ağın avantajlarını, mesleki olarak ilerlemek için kullanmalısınız.)
Not:
“Ausnutzen”, fırsatlardan, kaynaklardan veya başkalarının zayıf noktalarından faydalanmak anlamında kullanılabilir. Her zaman olumsuz bir anlam taşımayabilir, ancak bazen “sömürmek” gibi olumsuz çağrışımlar da yapabilir.
in Betrieb gehen
Anlamı:
“In Betrieb gehen”, bir şeyin çalışmaya başlaması veya faaliyete geçmesi anlamına gelir. Bu, genellikle bir makine, sistem, tesis veya cihaz için kullanılır.
Örnek Cümleler:
1. Die neue Maschine geht morgen in Betrieb.
(Yeni makine yarın faaliyete geçecek.)
2. Das neue Einkaufszentrum geht nächste Woche in Betrieb.
(Yeni alışveriş merkezi gelecek hafta açılacak.)
3. Nach der Reparatur ging die Produktionslinie wieder in Betrieb.
(Tamirattan sonra üretim hattı tekrar çalışmaya başladı.)
4. Die Solarzellen gehen bald in Betrieb und liefern Strom.
(Güneş panelleri yakında faaliyete geçecek ve elektrik üretecek.)
5. Der neue Flughafen wird in den nächsten Monaten in Betrieb genommen.
(Yeni havaalanı önümüzdeki aylarda faaliyete geçecek.)
6- das ist gerade in Betrieb gegangen. ( şimdi faaliyete alındı )
Not:
“In Betrieb gehen” bir şeyin faaliyete geçtiğini, aktif hale geldiğini ifade eder ve genellikle makineler, fabrikalar, cihazlar ya da sistemler için kullanılır.
diskret
„Diskret“ – Bedeutung, Synonyme und Beispiele
Bedeutung:
Das Adjektiv „diskret“ beschreibt eine zurückhaltende, unauffällige oder vertrauliche Art des Verhaltens. Es wird oft verwendet, wenn es darum geht, Informationen nicht preiszugeben oder etwas unauffällig zu tun.
Synonyme:
• Verschwiegen (gizli tutan)
• Taktvoll (nazik ve düşünceli)
• Unauffällig (dikkat çekmeyen)
• Geheim (gizli)
• Rücksichtsvoll (düşünceli)
Antonyme (Gegenteil):
• Indiskret (ağzı gevşek, sır saklayamayan)
• Aufdringlich (ısrarcı, rahatsız edici)
• Unverschämt (saygısız, küstah)
Beispielsätze mit Übersetzung:
1. Der Arzt hat sehr diskret über die Krankheit seines Patienten gesprochen.
• Doktor, hastasının hastalığı hakkında çok gizli bir şekilde konuştu.
2. Wir müssen diskret vorgehen, damit niemand Verdacht schöpft.
• Kimsenin şüphelenmemesi için dikkatli ve gizli hareket etmeliyiz.
3. Er bat mich, die Angelegenheit diskret zu behandeln.
• Benden, konuyu gizli tutmamı rica etti.
4. Sie gab mir diskret zu verstehen, dass ich vorsichtiger sein sollte.
• Beni dikkatli olmam konusunda nazikçe uyardı.
5. Die Firma geht sehr diskret mit den Daten ihrer Kunden um.
• Şirket, müşterilerinin verilerini çok gizli bir şekilde yönetiyor.
Das Wort „diskret“ wird oft im geschäftlichen und privaten Bereich verwendet, wenn es um Vertraulichkeit und Rücksichtnahme geht.
Übergewichtig sein
Anlamı:
“Übergewichtig sein”, fazla kilolu olmak veya obezite sınırına yakın olmak anlamına gelir. Genellikle sağlık ve beslenme bağlamında kullanılır.
Örnek Cümleler:
1. Viele Menschen sind übergewichtig, weil sie sich ungesund ernähren.
(Birçok insan sağlıksız beslendiği için fazla kilolu.)
2. Er war früher übergewichtig, aber jetzt treibt er regelmäßig Sport. (O eskiden fazla kiloluydu, ama şimdi düzenli spor yapıyor.) 3. Übergewichtig zu sein kann das Risiko für Herz-Kreislauf-Erkrankungen erhöhen. (Fazla kilolu olmak, kalp-damar hastalıkları riskini artırabilir.) 4. Die Ärztin hat ihm geraten, abzunehmen, da er übergewichtig ist. (Doktor ona kilo vermesini tavsiye etti çünkü fazla kilolu.) 5. Menschen, die übergewichtig sind, sollten auf eine ausgewogene Ernährung achten. (Fazla kilolu olan insanlar dengeli beslenmeye dikkat etmelidir.)
Not: Übergewicht (fazla kilo) kelimesinden türeyen bu terim, sağlık alanında sıkça kullanılır ve genellikle BMI (Vücut Kitle İndeksi) ile ilişkilendirilir.
vorziehen
Anlamı:
“Vorzuziehen”, tercih etmek, öne almak veya bir şeyi başka bir şeye yeğlemek anlamına gelir. Bir şeyin ya da kişinin, diğerinden daha iyi veya uygun bulunduğunu ifade etmek için kullanılır.
Örnek Cümleler:
1. Ich ziehe Tee dem Kaffee vor.
(Çayı kahveye tercih ederim.)
2. Wir sollten die Besprechung auf morgen vorziehen.
(Toplantıyı yarına öne almalıyız.)
3. Er zieht es vor, alleine zu arbeiten.
(O, yalnız çalışmayı tercih ediyor.)
4. Wenn du willst, können wir den Termin vorziehen.
(Eğer istersen randevuyu öne alabiliriz.)
5. Ich würde es vorziehen, wenn wir draußen sitzen.
(Dışarıda oturmayı tercih ederim.)
Benzer Kelimeler:
• bevorzugen → tercih etmek
• präferieren → yeğlemek
• lieber mögen → daha çok sevmek
Zıt Anlamlısı:
• zurückstellen → ertelemek
• aufschieben → ileri bir tarihe almak
etwas kritisch betrachten
Anlamı:
“Etwas kritisch betrachten” bedeutet, eine Sache nicht nur oberflächlich anzusehen, sondern sie eingehend zu hinterfragen, zu analysieren und zu bewerten. Es geht darum, Vorannahmen zu überprüfen und sich nicht einfach von der Oberfläche oder vorgegebenen Informationen leiten zu lassen.
Türkçe Açıklama:
“Etwas kritisch betrachten” ifadesi, bir konuya veya duruma yalnızca yüzeysel bakmak yerine, onu derinlemesine sorgulamak, analiz etmek ve değerlendirmek anlamına gelir. Bu yaklaşım, verilen bilgilerin doğruluğunu, geçerliliğini veya anlamını sorgulamak için kullanılır.
Örnek Cümleler:
1. Man sollte wissenschaftliche Studien immer kritisch betrachten, um versteckte Fehler zu erkennen.
• Bilimsel çalışmaları, gizli hataları fark etmek için her zaman eleştirel bir şekilde değerlendirmek gerekir.
2. Es ist wichtig, politische Entscheidungen kritisch zu betrachten, bevor man seine Meinung bildet.
• Siyasi kararları, fikir oluşturulmadan önce eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmek önemlidir.
3. Kritisch betrachtet, zeigen sich oft neue Perspektiven, die man auf den ersten Blick nicht bemerkt.
• Eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, genellikle ilk bakışta fark edilmeyen yeni bakış açıları ortaya çıkar.
4. Ich versuche, die Nachrichten jeden Tag kritisch zu betrachten, um Manipulationen zu vermeiden.
• Manipülasyonlardan kaçınmak için her gün haberleri eleştirel bir şekilde değerlendirmeye çalışıyorum.
5. Es lohnt sich, das Angebot kritisch zu betrachten, bevor man eine Entscheidung trifft.
• Karar vermeden önce teklifi eleştirel bir şekilde değerlendirmenin faydası vardır.
Diese Beispiele verdeutlichen, wie “etwas kritisch betrachten” in unterschiedlichen Kontexten verwendet wird.
zum Opfer fallen
“Zum Opfer fallen” bedeutet, dass jemand Opfer von etwas wird, also von einem Ereignis, einer Tat oder einem Umstand getroffen oder beeinträchtigt wird. Auf Türkisch kann man es mit “kurban olmak” veya “mağdur olmak” übersetzen.
Türkçe Açıklama:
“Zum Opfer fallen” ifadesi, bir kişinin zarar görmesi, bir suça veya olumsuz bir duruma maruz kalması anlamında kullanılır. Bu durum, kasti ya da kazara meydana gelebilir.
Beispiel Cümleler (B2 Niveau) mit Türkischer Übersetzung:
1. Er ist dem Betrug zum Opfer gefallen.
• Dolandırıcılığa kurban oldu.
2. Viele Touristen fallen in fremden Ländern leicht zum Opfer von Taschendieben.
• Birçok turist, yabancı ülkelerde yankesicilere kolayca kurban oluyor.
3. In der digitalen Welt können auch Menschen leicht zum Opfer von Cyberkriminalität fallen.
• Dijital dünyada insanlar da siber suçların kurbanı olabiliyor.
4. Die Firma warnte davor, dass Kunden ohne Vorsicht leicht zum Opfer von Betrugsversuchen fallen könnten.
• Firma, müşterilerin dikkatli olmadan dolandırıcılık girişimlerinin kurbanı olabileceği konusunda uyardı.
5. Nach dem Brand fiel die Familie zum Opfer des hohen Sachschadens.
• Yangından sonra aile, büyük maddi zararın mağduru oldu.
Diese Beispiele zeigen, wie der Ausdruck “zum Opfer fallen” verwendet wird und geben eine Vorstellung von der Bedeutung in verschiedenen Kontexten.
entsprechend
Anlamı:
“Entsprechend” kelimesi, “uygun olarak”, “buna göre”, “ilgililerle uyumlu şekilde” veya “bundan hareketle” anlamına gelir. Genellikle bir şeyin, belirli bir duruma, kurala, ölçüte veya beklentiye göre yapıldığını ifade etmek için kullanılır. Türkçede “buna göre”, “uygun olarak” veya “ilgililere göre” şeklinde çevrilebilir.
1. Die neuen Richtlinien wurden entsprechend den aktuellen Marktbedingungen angepasst. • Yeni yönergeler, mevcut piyasa koşullarına göre ayarlandı. 2. Entsprechend seiner Fähigkeiten wurde er für die Führungsposition ausgewählt. • Yeteneklerine uygun olarak, o liderlik pozisyonu için seçildi. 3. Die Ergebnisse wurden entsprechend den Erwartungen bewertet. • Sonuçlar beklentilere göre değerlendirildi. 4. Entsprechend dem Vertrag müssen alle Zahlungen bis Monatsende erfolgen. • Sözleşmeye göre, tüm ödemeler ay sonuna kadar yapılmalıdır. 5. Die Arbeitsaufgaben wurden entsprechend den Fähigkeiten der Mitarbeiter verteilt. • İş görevleri, çalışanların yeteneklerine göre dağıtıldı.
Benzer İfadeler / Synonyme:
• Gemäß: “Gemäß den Vorschriften” (Yönergelere göre)
• In Übereinstimmung mit: “In Übereinstimmung mit den Richtlinien” (Yönergelerle uyumlu olarak)
• Adäquat: “Adäquat behandelt” (Uygun şekilde ele alındı)
Not:
“Entsprechend” kelimesi, hem yazılı hem de sözlü dilde sıkça kullanılır ve bir şeyin, belirli standartlara, koşullara veya beklentilere uygun olduğunu vurgulamak için tercih edilir.
hinsichtlich
Anlamı:
“Hinsichtlich” kelimesi Almanca’da “hakkında”, “ile ilgili”, “konusunda” veya “açısından” anlamına gelir. Genellikle bir konu, durum veya kriter çerçevesinde değerlendirme yaparken kullanılır.
Türkçede “hakkında”, “ile ilgili” veya “açısından” olarak çevrilebilir.
1. Hinsichtlich der neuen Sicherheitsvorschriften müssen alle Mitarbeiter geschult werden. • Yeni güvenlik düzenlemeleri açısından tüm çalışanların eğitilmesi gerekiyor. 2. Wir haben uns hinsichtlich der Finanzierung des Projekts noch nicht geeinigt. • Projenin finansmanı konusunda henüz anlaşmaya varamadık. 3. Hinsichtlich der Umweltpolitik hat die Regierung große Fortschritte erzielt. • Çevre politikası bakımından hükümet büyük ilerlemeler kaydetti. 4. Die Kunden äußerten Bedenken hinsichtlich der Qualität des Produkts. • Müşteriler, ürün kalitesi hakkında endişelerini dile getirdi. 5. Hinsichtlich der Arbeitsbedingungen fordern die Mitarbeiter Verbesserungen. • Çalışma koşulları açısından çalışanlar iyileştirme talep ediyorlar.
Yakın Anlamlı İfadeler:
• Bezüglich: “Hakkında”, “ile ilgili” (örneğin: Bezüglich der Lieferung…)
• In Bezug auf: “İle ilgili olarak” (örneğin: In Bezug auf die Qualität…)
Not:
“Hinsichtlich” kelimesi, belirli bir konu veya kriter çerçevesinde konuşma veya yazma esnasında detaylandırma yaparken kullanılır ve cümlenin tamamında hangi açının vurgulanmak istendiğini belirtir.
mit einer höhere Strafe belegt werden
“Mit einer höheren Strafe belegt werden” bedeutet, dass für ein bestimmtes Fehlverhalten oder Vergehen als Konsequenz eine strengere bzw. höhere Strafmaß verhängt wird. Mit anderen Worten, wenn jemand etwas tut, wird diese Handlung mit einer schwereren Strafe sanktioniert.
Türkçe Açıklama:
“Mit einer höheren Strafe belegt werden” ifadesi, belirli bir yanlış davranış veya suça karşı daha ağır bir ceza verilmesi anlamına gelir. Yani, bir kişi veya kurum bir hatalı eylemde bulunduğunda, o eylemin cezası artırılarak uygulanır.
Beispielsätze mit Türkçe Çevirileri:
1. Wenn man gegen die Umweltvorschriften verstößt, wird man mit einer höheren Strafe belegt.
• Çevre düzenlemelerine aykırı davranılırsa, daha yüksek bir ceza verilir.
2. Bei wiederholten Verkehrsverstößen wird man oft mit einer höheren Strafe belegt.
• Tekrarlanan trafik ihlallerinde genellikle daha yüksek bir ceza uygulanır.
3. Wer falsche Angaben in seinen Steuererklärungen macht, wird mit einer höheren Strafe belegt.
• Vergi beyannamelerinde yanlış bilgi verenler, daha yüksek bir ceza ile karşılaşır.
4. In manchen Ländern wird Korruption mit einer höheren Strafe belegt, um abschreckend zu wirken.
• Bazı ülkelerde yolsuzluk, caydırıcı etkide bulunmak amacıyla daha yüksek cezalarla karşılık bulur.
5. Unternehmen, die gegen das Wettbewerbsrecht verstoßen, können mit einer höheren Strafe belegt werden.
• Rekabet hukukuna aykırı davranan şirketlere daha yüksek ceza verilebilir.
Diese Beispiele zeigen, wie der Ausdruck “mit einer höheren Strafe belegt werden” im Kontext verwendet wird. Wenn Sie weitere Fragen oder spezifische Anwendungsbeispiele benötigen, lassen Sie es mich wissen!
lernen aus
Die Wortverbindung „lernen aus“ bedeutet, aus einer bestimmten Erfahrung, einem Fehler oder einer Situation eine Lehre zu ziehen. Es drückt aus, dass man aus vergangenen Ereignissen Erkenntnisse gewinnt und sie für die Zukunft nutzt.
Türkçe Açıklama:
“Lernen aus” ifadesi, bir deneyimden, hatadan veya durumdan ders çıkarmak anlamına gelir. Geçmişte yaşanan olaylardan ders alıp gelecekte bunu uygulamak anlamını taşır.
Beispielsätze mit Übersetzung:
1. Wir sollten aus unseren Fehlern lernen.
• Hatalarımızdan ders çıkarmalıyız.
2. Er hat aus seiner schlechten Erfahrung viel gelernt.
• Kötü deneyiminden çok şey öğrendi.
3. Die Menschheit muss aus der Geschichte lernen, um dieselben Fehler nicht zu wiederholen.
• İnsanlık, aynı hataları tekrar etmemek için tarihten ders çıkarmalıdır.
4. Kinder lernen aus dem Verhalten ihrer Eltern.
• Çocuklar, ebeveynlerinin davranışlarından öğrenir.
5. Hoffentlich lernen wir aus dieser Krise.
• Umarım bu krizden ders çıkarırız.
Diese Wendung wird häufig im Kontext von Reflexion und Verbesserung verwendet, besonders wenn es darum geht, aus Fehlern oder negativen Erfahrungen zu lernen.
etwas/ jemanden belasten
Bedeutung:
1. Etwas belasten → Eine Sache oder eine Substanz schwerer machen oder negativ beeinflussen.
2. Jemanden belasten → Eine Person emotional, psychisch oder finanziell unter Druck setzen oder Schwierigkeiten bereiten.
3. Jemanden strafrechtlich belasten → Jemanden beschuldigen oder mit Beweisen in Verbindung mit einer Straftat bringen.
Türkçe Açıklama:
„Belasten“ fiili, hem fiziksel hem de duygusal veya finansal anlamda bir şeyi ya da bir kişiyi zor durumda bırakmak anlamına gelir. Aynı zamanda, hukuki bağlamda birini suçlamak veya bir kanıtla ilişkilendirmek için de kullanılır.
Beispiele mit Übersetzung:
1. Die schwere Arbeit belastet meinen Rücken.
• Ağır iş sırtımı zorluyor.
2. Die steigenden Preise belasten viele Familien finanziell.
• Artan fiyatlar birçok aileyi mali açıdan zorluyor.
3. Der Vorfall belastet ihn emotional sehr.
• Olay onu duygusal olarak çok etkiliyor.
4. Die Umwelt wird durch den hohen CO₂-Ausstoß stark belastet.
• Çevre, yüksek karbon salınımı nedeniyle büyük zarar görüyor.
5. Die Beweise belasten den Angeklagten schwer.
• Kanıtlar sanığı ciddi şekilde suçluyor.
6. Die Schulden belasten ihn psychisch sehr.
• Borçlar onu psikolojik olarak çok zorluyor.
7. Ich will dich nicht mit meinen Problemen belasten.
• Seni sorunlarımla yük altında bırakmak istemiyorum.
8. Die neuen Vorschriften belasten die Unternehmen zusätzlich.
• Yeni düzenlemeler şirketleri ek bir yük altına sokuyor.
Das Verb „belasten“ wird oft in wirtschaftlichen, juristischen, medizinischen und psychologischen Kontexten verwendet.
plädieren für etwas
Plädieren für etwas bedeutet, sich öffentlich oder argumentativ für eine bestimmte Sache oder Meinung einzusetzen, also etwas befürworten oder unterstützen.
Türkçe Açıklama:
“Plädieren für etwas” ifadesi, bir şeyin lehine savunma yapmak, desteklemek veya önermek anlamına gelir. Genellikle bir konu hakkında olumlu bir duruş sergilemek ve bunu gerekçelendirmek için kullanılır.
Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Der Umweltminister plädiert für strengere Klimaschutzmaßnahmen.
• Çevre Bakanı, daha sıkı iklim koruma önlemlerini savunuyor.
2. Viele Experten plädieren für eine Reduzierung der Arbeitszeit.
• Birçok uzman, çalışma saatlerinin azaltılmasını savunuyor.
3. Der Anwalt plädierte für die Unschuld seines Mandanten.
• Avukat, müvekkilinin masumiyetini savundu.
4. Die Organisation plädiert für mehr Gleichberechtigung in der Gesellschaft.
• Organizasyon, toplumda daha fazla eşitlik için savunma yapıyor.
5. Wissenschaftler plädieren für eine schnellere Energiewende.
• Bilim insanları, daha hızlı bir enerji dönüşümü için savunma yapıyor.
Diese Wendung wird oft im politischen, wissenschaftlichen oder rechtlichen Kontext verwendet, um eine bestimmte Meinung oder Maßnahme zu unterstützen.
in Kauf nehmen
“In Kauf nehmen” bedeutet, dass man eine unangenehme oder negative Folge akzeptiert, weil man eine bestimmte Sache erreichen oder behalten möchte. Es drückt aus, dass man sich bewusst ist, dass etwas nachteilig sein kann, es aber trotzdem hinnimmt.
Türkçe Açıklama:
“In Kauf nehmen” ifadesi, istenmeyen veya olumsuz bir sonucu kabul etmek anlamına gelir. Kişi, belirli bir hedefe ulaşmak veya bir avantaj elde etmek için bazı dezavantajları göze alır.
Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Wenn du in der Großstadt wohnen willst, musst du den Lärm in Kauf nehmen.
• Büyük bir şehirde yaşamak istiyorsan, gürültüyü göze almak zorundasın.
2. Für eine bessere Karriere nahm er viele Überstunden in Kauf.
• Daha iyi bir kariyer için fazla mesaileri kabul etti.
3. Wer eine Weltreise macht, muss hohe Kosten in Kauf nehmen.
• Dünya turuna çıkan biri, yüksek maliyetleri kabul etmek zorundadır.
4. Um die beste Ausbildung zu bekommen, nahm sie die lange Anfahrt in Kauf.
• En iyi eğitimi alabilmek için uzun yolculuğu göze aldı.
5. Er nahm in Kauf, dass das Projekt länger dauern würde, um die Qualität zu verbessern.
• Kaliteyi artırmak için projenin daha uzun süreceğini kabul etti.
6. Um ein hohes Ziele zu erreichen, muss man oft Nachteile in Kauf nehmen.
( büyük hedeflere ulaşmak için, pek çok sıkıntıya katlanılmalı)
7 Um eines hohen Zieles Willen muss man oft Nachteile in Kauf nehmen.
Diese Redewendung wird oft verwendet, wenn man eine Entscheidung trifft und sich dabei der möglichen negativen Konsequenzen bewusst ist.
Um Himmels Willen
“Um Himmels Willen” ist ein deutscher Ausdruck, der Überraschung, Entsetzen, Verzweiflung oder Dringlichkeit ausdrückt. Er entspricht im Türkischen in etwa den Ausrufen “Aman Tanrım!”, “Allah aşkına!”, “Tanrı korusun!” veya “Yok artık!”
(Allah aşkına )
Beispielsätze mit Übersetzung:
1. Um Himmels Willen, was ist denn hier passiert?
• Aman Tanrım, burada ne olmuş böyle?
2. Um Himmels Willen, pass doch auf!
• Allah aşkına, dikkat et!
3. Um Himmels Willen, sag mir endlich die Wahrheit!
• Allah aşkına, bana artık gerçeği söyle!
4. Um Himmels Willen, warum hast du das getan?
• Tanrı aşkına, bunu neden yaptın?
5. Um Himmels Willen, hör auf damit!
• Allah aşkına, artık bırak şunu!
Dieser Ausdruck wird oft in emotionalen oder dramatischen Situationen verwendet, um starke Gefühle auszudrücken.
zurechtweisen
“Zurechtweisen” bedeutet, jemanden auf sein Fehlverhalten hinzuweisen und ihn in einer bestimmten Weise zu tadeln oder zurechtzurücken. Es kann sowohl streng als auch belehrend gemeint sein.
Türkçe Açıklama: Haddini bildirmek
“Zurechtweisen” kelimesi, birini hatalı davranışından dolayı uyarmak veya azarlamak anlamına gelir. Bu, disiplinli veya öğretici bir şekilde yapılabilir.
Beispielssätze mit Übersetzung:
1. Der Lehrer wies den Schüler zurecht, weil er im Unterricht unaufmerksam war.
• Öğretmen, dikkatsiz olduğu için öğrenciyi azarladı.
2. Der Chef hat seinen Mitarbeiter wegen seines unhöflichen Tons zurechtgewiesen.
• Patron, çalışanını kaba üslubu nedeniyle uyardı.
3. Sie wurde von ihrer Mutter zurechtgewiesen, weil sie zu spät nach Hause gekommen war.
• Eve geç geldiği için annesi tarafından azarlandı.
4. Der Schiedsrichter wies den Spieler zurecht, nachdem er sich unsportlich verhalten hatte.
• Hakem, sportmenliğe aykırı davrandığı için oyuncuyu uyardı.
5. Er wurde von seinem Vorgesetzten zurechtgewiesen, weil er wiederholt zu spät zur Arbeit kam.
• Sürekli işe geç geldiği için amiri tarafından uyarıldı.
6 Sie hat ihre Schwägerin nicht zurechtgewiesen, um die Beziehung zu ihrem Bruder nicht zu belasten. ( yengesine haddini bildirmedi, kardeşinin ilişkisine daha fazla yük bindirmemek için)
Das Wort wird oft in formellen oder autoritären Kontexten verwendet, insbesondere wenn es um Disziplin oder Anstand geht.
nachstellten
“Nachstellen” – Bedeutung, Beispiele und Übersetzung
- Bedeutung von “nachstellen”
Das deutsche Verb „nachstellen“ hat mehrere Bedeutungen, die sich je nach Kontext unterscheiden:
• Jemandem nachstellen → (birini takip etmek, birine musallat olmak, taciz etmek)
• Bedeutet, dass jemandem heimlich oder aufdringlich gefolgt wird, oft mit negativen Absichten.
• Etwas nachstellen → (bir şeyi ayarlamak, yeniden düzenlemek)
• Bedeutet, eine Maschine oder ein Gerät neu einzustellen oder eine bestimmte Situation nachzuahmen.
- Beispiele mit Übersetzung:
a) Jemandem nachstellen (taciz etmek, takip etmek)
1. Der Promi wurde monatelang von einem Fan nachgestellt.
• Ünlü, aylarca bir hayranı tarafından takip edildi.
2. Sie fühlte sich unwohl, weil ihr Ex-Freund ihr nachstellte.
• Eski erkek arkadaşı onu takip ettiği için kendini rahatsız hissetti.
3. Nach dem Gesetz ist es verboten, jemandem nachzustellen und ihn zu belästigen.
• Kanuna göre birini takip etmek ve rahatsız etmek yasaktır.
b) Etwas nachstellen (ayarlamak, yeniden düzenlemek, taklit etmek)
4. Die Kamera musste nachgestellt werden, um ein scharfes Bild zu erhalten.
• Net bir görüntü almak için kamera yeniden ayarlanmak zorundaydı.
5. Der Techniker stellte die Maschine nach, um die Produktion zu optimieren.
• Teknisyen, üretimi optimize etmek için makineyi ayarladı.
6. Im Film wurde der Unfall detailliert nachgestellt.
• Filmde kaza ayrıntılı bir şekilde yeniden canlandırıldı.
- Synonyme & Antonyme
✅ Synonyme (Benzer kelimeler):
• (Jemandem nachstellen) → verfolgen, stalken, belästigen
• (Etwas nachstellen) → anpassen, justieren, nachahmen, imitieren
❌ Antonyme (Zıt anlamlı kelimeler):
• (Jemandem nachstellen) → ignorieren, in Ruhe lassen
• (Etwas nachstellen) → verstellen, falsch einstellen
- Fazit:
• “Jemandem nachstellen” = Birini takip etmek, taciz etmek
• “Etwas nachstellen” = Bir şeyi ayarlamak, yeniden düzenlemek veya taklit etmek
Der Kontext bestimmt die Bedeutung des Wortes!
übertragene Bedeutung
“Übertragene Bedeutung” bedeutet, dass ein Wort oder eine Redewendung nicht in seiner wörtlichen, sondern in einer metaphorischen oder bildlichen Weise verwendet wird.
Türkçe Açıklama:
“Übertragene Bedeutung”, bir kelimenin veya ifadenin mecazi ya da dolaylı bir anlamda kullanılmasıdır. Yani, kelimenin gerçek anlamından farklı olarak, daha soyut veya figüratif bir anlam taşıdığı durumlardır.
Beispiele mit Übersetzung:
1. Er hat ein großes Herz. (Übertragene Bedeutung: Er ist sehr großzügig und mitfühlend.)
• Onun büyük bir kalbi var. (Mecazi anlam: O çok cömert ve duyarlı bir insandır.)
2. Sie steht mit beiden Beinen im Leben. (Übertragene Bedeutung: Sie ist selbstbewusst und realistisch.)
• O, hayatın içinde iki ayağı sağlam basıyor. (Mecazi anlam: Kendine güvenen ve gerçekçi bir insandır.)
3. Er trägt eine schwere Last auf seinen Schultern. (Übertragene Bedeutung: Er hat viele Sorgen oder Verantwortung.)
• Omuzlarında ağır bir yük taşıyor. (Mecazi anlam: Üzerinde büyük sorumluluklar veya dertler var.)
4. Das ist nur die Spitze des Eisbergs. (Übertragene Bedeutung: Das ist nur ein kleiner Teil eines viel größeren Problems.)
• Bu sadece buzdağının görünen kısmı. (Mecazi anlam: Bu, çok daha büyük bir sorunun sadece küçük bir parçası.)
5. Er hat den Nagel auf den Kopf getroffen. (Übertragene Bedeutung: Er hat genau das Richtige gesagt oder erkannt.)
• Çiviyi tam kafasından vurdu. (Mecazi anlam: Doğru noktaya temas etti, tam yerinde bir tespit yaptı.)
Diese Beispiele zeigen, wie Wörter oder Redewendungen in einer übertragenden (metaphorischen) Bedeutung verwendet werden können.
zwecks
“Zwecks” – Bedeutung und Verwendung
“Zwecks” ist eine Präposition mit Genitiv, die „zum Zweck von“ oder „mit der Absicht“ bedeutet. Es wird in formellen oder schriftlichen Kontexten verwendet, um den Zweck oder das Ziel einer Handlung auszudrücken.
Türkçe Açıklama:
“Zwecks”, Genitiv ile kullanılan bir edattır ve “amacıyla”, “maksadıyla” anlamına gelir. Genellikle resmi veya yazılı dilde kullanılır.
Beispielsätze mit Übersetzung:
1. Zwecks weiterer Informationen wenden Sie sich bitte an das Sekretariat.
• Daha fazla bilgi almak amacıyla lütfen sekreterliğe başvurun.
2. Zwecks besserer Organisation haben wir ein Online-Tool eingeführt.
• Daha iyi organizasyon amacıyla bir çevrimiçi araç tanıttık.
3. Zwecks Reparatur wurde das Gerät eingeschickt.
• Onarım amacıyla cihaz gönderildi.
4. Zwecks Verbesserung der Arbeitsbedingungen wurden neue Maßnahmen ergriffen.
• Çalışma koşullarını iyileştirmek amacıyla yeni önlemler alındı.
5. Zwecks Kostenersparnis hat das Unternehmen die Produktion optimiert.
• Maliyet tasarrufu amacıyla şirket üretimi optimize etti.
Synonyme (Eş Anlamlılar):
• Für → (için)
• Im Hinblick auf → (göz önünde bulundurarak)
• Mit dem Ziel → (hedefiyle)
• Zum Zwecke von → (maksadıyla)
Da “zwecks” eine eher formelle Präposition ist, wird sie in der Alltagssprache oft durch “für” oder “mit dem Ziel” ersetzt.
entgegen
“Entgegen” – Bedeutung, Verwendung und Übersetzung
- Bedeutung:
Das Wort „entgegen“ kann als Präposition oder Adverb verwendet werden und bedeutet grundsätzlich „in entgegengesetzter Richtung“ oder „im Gegensatz zu etwas“.
- Türkische Übersetzung:
• Präposition: -e doğru, -e karşı
• Adverb: karşıt olarak, aksine - Beispiele mit Übersetzung:
A) Präposition (+ Dativ) – “-e doğru, -e karşı”
1. Er ging dem Sonnenuntergang entgegen.
• O, gün batımına doğru yürüdü.
2. Ich komme Ihnen gerne entgegen.
• Size memnuniyetle doğru geliyorum.
3. Der Zug fährt dem Bahnhof entgegen.
• Tren istasyona doğru gidiyor.
4. Entgegen allen Erwartungen gewann das Team das Spiel.
• Beklentilerin aksine takım maçı kazandı.
5. Sie nahm die Kritik gelassen entgegen.
• Eleştiriyi sakince karşıladı.
B) Adverb – „karşıt olarak, aksine“
1. Er handelte entgegen seinem Versprechen.
• O, sözünün aksine davrandı.
2. Entgegen meiner Hoffnung hat es geregnet.
• Umudumun aksine yağmur yağdı.
3. Entgegen ihrer Gewohnheit kam sie zu spät.
• Alışkanlığının aksine geç geldi.
4. Die Realität entwickelte sich entgegen unseren Erwartungen.
• Gerçeklik beklentilerimizin aksine gelişti.
5. Der Politiker handelte entgegen seinen Prinzipien.
• Politikacı, prensiplerinin aksine davrandı.
- Wichtige Anmerkungen:
• „Entgegen“ mit Dativ verwendet man oft, wenn eine Richtung oder eine entgegengesetzte Bewegung beschrieben wird.
• „Entgegen“ als Adverb drückt häufig Widerspruch oder Gegensatz zu einer Erwartung oder Regel aus.
ungeachtet
unbeachtet
Türkçe Anlamı:
1. Dikkate alınmamış, göz ardı edilmiş
2. Farkedilmemiş, önemsenmemiş
Almanca Açıklama:
• Ohne Beachtung oder Aufmerksamkeit (Dikkat veya ilgi görmeden)
• Nicht berücksichtigt oder ignoriert (Dikkate alınmamış veya göz ardı edilmiş)
İngilizce Karşılığı:
• Unnoticed, Ignored, Unheeded, Disregarded
Zıt Anlamlıları:
• beachtet (dikkate alınmış)
• berücksichtigt (göz önünde bulundurulmuş)
• wahrgenommen (fark edilmiş)
Benzer Anlamlıları:
• ignoriert (göz ardı edilmiş)
• übersehen (görmezden gelinmiş)
• missachtet (önem verilmemiş)
1. Seine Vorschläge blieben unbeachtet. (Onun önerileri dikkate alınmadı.) 2. Das Problem wurde lange Zeit unbeachtet gelassen. (Bu sorun uzun süre göz ardı edildi.) 3. Die kleine Katze saß unbeachtet in der Ecke. (Küçük kedi fark edilmeden köşede oturuyordu.) 4. Seine Bemühungen blieben leider unbeachtet. (Onun çabaları maalesef dikkate alınmadı.) 5. Viele talentierte Künstler bleiben ihr Leben lang unbeachtet. (Birçok yetenekli sanatçı hayatları boyunca fark edilmez.)
tue so
„Tue so“
Türkçe Anlamı:
• Öyle yap, öyle davran, öyleymiş gibi yap
• Öyleymiş gibi davranmak, bir şeyi yapıyormuş gibi görünmek
Almanca Açıklama:
• Sich so verhalten, als ob etwas der Fall wäre (Bir şey öyleymiş gibi davranmak)
• Etwas vortäuschen oder nachahmen (Bir şeyi taklit etmek veya rol yapmak)
İngilizce Karşılığı:
• Act like that, Pretend to, Do as if
Zıt Anlamlıları:
• Sei ehrlich! (Dürüst ol!)
• Zeige deine wahren Gefühle! (Gerçek duygularını göster!)
Benzer Anlamlıları:
• Tu so, als ob… (Sanki … gibi yap)
• Gib vor, dass… (Öyleymiş gibi yap)
• Verhalte dich, als ob… (Sanki … gibi davran)
1. Tue so, als ob du nichts gehört hättest. (Hiçbir şey duymamışsın gibi yap.) 2. Er tut so, als ob er alles wüsste. (Her şeyi biliyormuş gibi davranıyor.) 3. Bitte tu nicht so, als wärst du überrascht. (Lütfen şaşırmış gibi yapma.) 4. Sie tat so, als ob sie mich nicht gesehen hätte. (Beni görmemiş gibi davrandı.) 5. Tu einfach so, als wäre nichts passiert. (Sadece hiçbir şey olmamış gibi davran.)
nicken
nicken
Türkçe Anlamı:
• Başını sallamak (onaylama veya selamlama amacıyla) 
• Şekerleme yapmak (kısa süreli uyuklamak) 
Almanca Açıklama:
• Den Kopf als Zeichen der Zustimmung oder Begrüßung bewegen (onay veya selamlaşma işareti olarak başı hareket ettirmek)
• Kurz einschlafen (kısa süreli uyumak)
İngilizce Karşılığı:
• To nod (başını sallamak)
• To doze off (uyuklamak)
Zıt Anlamlıları:
• Den Kopf schütteln (başını olumsuz anlamda sallamak)
• Wach bleiben (uyanık kalmak)
Benzer Anlamlıları:
• Zustimmen (onaylamak)
• Einnicken (uyuklamak)
1. Sie nickte zustimmend, als ich fragte, ob sie mitkommen möchte. (Benimle gelmek isteyip istemediğini sorduğumda, onaylayarak başını salladı.) 2. Während des langweiligen Vortrags begann er zu nicken. (Sıkıcı sunum sırasında uyuklamaya başladı.) 3. Er nickte zum Gruß, als er den Raum betrat. (Odaya girdiğinde selamlamak için başını salladı.) 4. Nach dem Mittagessen nickte sie für ein paar Minuten ein. (Öğle yemeğinden sonra birkaç dakikalığına uyukladı.) 5. Als Zeichen des Einverständnisses nickte er langsam. (Anlaştığının bir işareti olarak yavaşça başını salladı.)
erwiesen
Türkçe Anlamı:
• Kanıtlanmış, ispatlanmış 
Almanca Açıklama:
• Als wahr oder richtig nachgewiesen (Doğru veya gerçek olduğu kanıtlanmış)
İngilizce Karşılığı:
• Proven, demonstrated
Zıt Anlamlıları:
• Unbewiesen (kanıtlanmamış)
• Widerlegt (çürütülmüş)
Benzer Anlamlıları:
• Bewiesen (ispatlanmış)
• Bestätigt (onaylanmış)
• Nachgewiesen (kanıtlanmış)
1. Es ist wissenschaftlich erwiesen, dass regelmäßige Bewegung die Gesundheit fördert. (Düzenli egzersizin sağlığı teşvik ettiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır.) 2. Seine Unschuld wurde vor Gericht erwiesen. (Onun masumiyeti mahkemede kanıtlandı.) 3. Die Wirksamkeit dieses Medikaments ist noch nicht erwiesen. (Bu ilacın etkinliği henüz kanıtlanmamıştır.) 4. Es hat sich als erwiesen erwiesen, dass frühzeitiges Lernen vorteilhaft ist. (Erken öğrenmenin faydalı olduğu kanıtlanmıştır.) 5. Die Theorie hat sich in der Praxis als nicht erwiesen erwiesen. (Teori, pratikte kanıtlanmamış olarak ortaya çıktı.)
erwiesen
erwiesen
Türkçe Anlamı:
• Kanıtlanmış, ispatlanmış
Almanca Açıklama:
• Als wahr oder richtig nachgewiesen (Doğru veya gerçek olduğu kanıtlanmış)
İngilizce Karşılığı:
• Proven, demonstrated
Zıt Anlamlıları:
• Unbewiesen (kanıtlanmamış)
• Widerlegt (çürütülmüş)
Benzer Anlamlıları:
• Bewiesen (ispatlanmış)
• Bestätigt (onaylanmış)
• Nachgewiesen (kanıtlanmış)
1. Es ist wissenschaftlich erwiesen, dass regelmäßige Bewegung die Gesundheit fördert. (Düzenli egzersizin sağlığı teşvik ettiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır.) 2. Seine Unschuld wurde vor Gericht erwiesen. (Onun masumiyeti mahkemede kanıtlandı.) 3. Die Wirksamkeit dieses Medikaments ist noch nicht erwiesen. (Bu ilacın etkinliği henüz kanıtlanmamıştır.) 4. Es hat sich als erwiesen erwiesen, dass frühzeitiges Lernen vorteilhaft ist. (Erken öğrenmenin faydalı olduğu kanıtlanmıştır.) 5. Die Theorie hat sich in der Praxis als nicht erwiesen erwiesen. (Teori, pratikte kanıtlanmamış olarak ortaya çıktı
der Gepflogenheit
Türkçe Anlamı:
• Alışkanlık, âdet, itiyat 
Almanca Açıklama:
• Eine gewohnheitsmäßige Handlung oder Verhaltensweise (Alışılmış bir eylem veya davranış şekli)
İngilizce Karşılığı:
• Custom, Habit, Practice
Zıt Anlamlıları:
• Ungewohnheit (alışılmamışlık)
• Unüblichkeit (olağandışılık)
Benzer Anlamlıları:
• Gewohnheit (alışkanlık)
• Brauch (gelenek)
• Sitte (örf, âdet)
1. Es ist eine alte Gepflogenheit, zu Neujahr Feuerwerk zu zünden. (Yılbaşında havai fişek atmak eski bir âdettir.) 2. In vielen Kulturen ist es eine Gepflogenheit, Gäste herzlich zu empfangen. (Birçok kültürde misafirleri içtenlikle karşılamak bir alışkanlıktır.) 3. Die Gepflogenheiten in diesem Unternehmen unterscheiden sich von unseren. (Bu şirketteki uygulamalar bizimkilerden farklıdır.) 4. Es gehört zur Gepflogenheit unserer Familie, sonntags gemeinsam zu essen. (Ailemizin âdeti, pazar günleri birlikte yemek yemektir.) 5. Die lokalen Gepflogenheiten sollten bei Geschäftsverhandlungen berücksichtigt werden. (İş görüşmelerinde yerel âdetler dikkate alınmalıdır.)
herausstellen
Türkçe Anlamı:
• Ortaya koymak, vurgulamak, sergilemek
• Açığa çıkmak, belli olmak
Almanca Açıklama:
• Etwas betonen oder hervorheben (Bir şeyi vurgulamak veya ön plana çıkarmak)
• Sich als wahr oder falsch erweisen (Bir şeyin doğru veya yanlış olduğu ortaya çıkmak)
İngilizce Karşılığı:
• To emphasize, to highlight, to prove, to transpire
Zıt Anlamlıları:
• Verbergen (gizlemek)
• Unterdrücken (bastırmak)
Benzer Anlamlıları:
• Betonen (vurgulamak)
• Hervorheben (öne çıkarmak)
• Aufzeigen (göstermek)
1. Der Artikel stellt die Bedeutung der Bildung für die Gesellschaft heraus. (Makale, eğitimin toplum için önemini vurgulamaktadır.) 2. Es stellte sich heraus, dass der Verdacht unbegründet war. (Şüphelerin asılsız olduğu ortaya çıktı.) 3. In seiner Rede stellte er die Erfolge des Teams besonders heraus. (Konuşmasında, takımın başarılarını özellikle vurguladı.) 4. Die Untersuchung stellte die Schwächen des Systems deutlich heraus. (Araştırma, sistemin zayıf yönlerini açıkça ortaya koydu.) 5. Es hat sich herausgestellt, dass die neue Methode effektiver ist. (Yeni yöntem daha etkili olduğu ortaya çıktı.)
Freude haben an
Türkçe Anlamı:
• Bir şeyden keyif almak, zevk duymak, mutlu olmak
Almanca Açıklama:
• Glücklich oder zufrieden über etwas sein (Bir şey hakkında mutlu veya memnun olmak)
• Vergnügen oder Spaß an etwas empfinden (Bir şeyden keyif veya eğlence duymak)
İngilizce Karşılığı:
• To take pleasure in, to enjoy, to take delight in
Zıt Anlamlıları:
• Sich ärgern über (bir şey hakkında sinirlenmek)
• Kein Interesse haben an (bir şeye ilgi duymamak)
Benzer Anlamlıları:
• Genießen (keyfini çıkarmak)
• Sich erfreuen an (bir şeyden hoşlanmak)
• Vergnügen haben an (bir şeyden eğlence duymak)
1. Ich habe große Freude an meinem neuen Hobby. (Yeni hobimden büyük keyif alıyorum.) 2. Kinder haben oft Freude an kleinen Dingen. (Çocuklar genellikle küçük şeylerden mutluluk duyarlar.) 3. Er hat viel Freude an der Musik und spielt täglich Klavier. (Müzikten büyük keyif alıyor ve her gün piyano çalıyor.) 4. Sie hat Freude an ihrem Beruf und geht jeden Tag gerne zur Arbeit. (Mesleğinden keyif alıyor ve her gün severek işe gidiyor.) 5. Wir hatten große Freude an der Reise nach Italien. (İtalya gezisinden büyük keyif aldık.)
vererben
vererben
Türkçe Anlamı:
1. Miras bırakmak (maddi veya manevi değerleri nesilden nesile aktarmak)
2. Genetik olarak aktarmak (kalıtsal özellikleri bir sonraki nesle geçirmek)
Almanca Açıklama:
• Etwas an die nächste Generation weitergeben, sei es materiell oder genetisch (Bir şeyi sonraki nesle devretmek, ister maddi ister genetik olsun)
İngilizce Karşılığı:
• To bequeath, to inherit, to pass on
Zıt Anlamlıları:
• Nicht weitergeben (aktarmamak)
• Verlieren (kaybetmek)
Benzer Anlamlıları:
• Hinterlassen (geride bırakmak)
• Übertragen (devretmek)
• Weitergeben (aktarmak)
1. Mein Großvater hat mir sein Haus vererbt. (Büyükbabam bana evini miras bıraktı.) 2. Diese Krankheit wird oft von den Eltern auf die Kinder vererbt. (Bu hastalık genellikle ebeveynlerden çocuklara kalıtımsal olarak geçer.) 3. Er hat sein Talent für Musik an seine Tochter vererbt. (Müzik yeteneğini kızına aktardı.) 4. Die Liebe zur Natur wurde mir von meinen Eltern vererbt. (Doğaya olan sevgiyi ailemden miras aldım.) 5. Sie hat ihr gesamtes Vermögen einer wohltätigen Organisation vererbt. (Bütün mal varlığını bir hayır kurumuna miras bıraktı.)
das Testament
Türkçe Anlamı:
1. Vasiyetname (Ölümden sonra mal varlığının nasıl dağıtılacağını belirten resmi belge)
2. Tanıklık, kanıt (Mecazi anlamda, bir şeyin doğruluğunu veya önemini gösteren ifade)
Almanca Açıklama:
• Ein schriftliches Dokument, in dem eine Person festlegt, was nach ihrem Tod mit ihrem Vermögen geschehen soll (Bir kişinin ölümünden sonra mal varlığının nasıl dağıtılacağını belirlediği yazılı belge)
• Ein Beweis oder eine Bestätigung für etwas (Bir şeyin kanıtı veya teyidi)
İngilizce Karşılığı:
• Will, Testament (hukuki anlamda)
• Testimony, Proof (mecazi anlamda)
Zıt Anlamlıları:
• Erbvertrag (miras sözleşmesi, farklı bir hukuki düzenleme)
• Lebzeitige Schenkung (hayatta iken yapılan bağış)
Benzer Anlamlıları:
• Letzter Wille (son arzu, vasiyet)
• Erbverfügung (miras düzenlemesi)
1. Mein Großvater hat sein Testament beim Notar hinterlegt. (Büyükbabam vasiyetini noterde bıraktı.) 2. Ohne ein Testament wird das Erbe nach dem Gesetz verteilt. (Bir vasiyetname olmadan miras, yasaya göre dağıtılır.) 3. Das alte Gebäude ist ein Testament für die großartige Architektur der Vergangenheit. (Bu eski bina, geçmişin muhteşem mimarisinin bir kanıtıdır.) 4. Sie hat in ihrem Testament bestimmt, dass ihr Haus einer wohltätigen Organisation gespendet wird. (Vasiyetnamesinde evinin bir hayır kurumuna bağışlanmasını belirtti.) 5. Viele Menschen schreiben ihr Testament, um Streit in der Familie zu vermeiden. (Birçok insan, aile içinde anlaşmazlıkları önlemek için vasiyet yazar.)
Der Erbe
Türkçe Anlamı:
1. Mirasçı (Ölen bir kişinin mal varlığını devralan kişi)
2. Varis (Bir geleneği, kültürü veya görevi devralan kişi)
Almanca Açıklama:
• Eine Person, die das Vermögen eines Verstorbenen erhält (Bir ölünün mal varlığını alan kişi)
• Jemand, der eine Tradition oder Verantwortung weiterführt (Bir geleneği veya sorumluluğu sürdüren kişi)
İngilizce Karşılığı:
• Heir, Successor
Zıt Anlamlıları:
• Enterbter (miras hakkı elinden alınmış kişi)
• Erblasser (miras bırakan kişi)
Benzer Anlamlıları:
• Nachfolger (halef)
• Begünstigter (miras veya hak kazanan kişi)
1. Er ist der einzige Erbe des großen Familienvermögens. (O, büyük aile servetinin tek mirasçısıdır.) 2. Nach dem Tod des Königs wurde sein Sohn als rechtmäßiger Erbe anerkannt. (Kralın ölümünden sonra oğlu meşru varis olarak kabul edildi.) 3. Sie ist die Erbin eines erfolgreichen Unternehmens. (O, başarılı bir şirketin mirasçısıdır.) 4. Er sieht sich als Erbe der alten Familientraditionen. (Kendini eski aile geleneklerinin varisi olarak görüyor.) 5. Die Erben müssen sich über die Aufteilung des Vermögens einigen. (Mirasçılar, servetin bölüşülmesi konusunda anlaşmak zorundalar.)
Der Reichtum
Türkçe Anlamı:
1. Zenginlik, varlık (Maddi olarak büyük servet sahibi olma durumu)
2. Bolluk, zenginlik (Soyut anlamda, örneğin kültürel veya manevi zenginlik)
Almanca Açıklama:
• Ein großer Besitz an Geld oder Werten (Büyük miktarda para veya değerli varlıklara sahip olma durumu)
• Eine Fülle oder Vielfalt von etwas (Bir şeyin çokluğu veya çeşitliliği)
İngilizce Karşılığı:
• Wealth, Affluence (maddi anlamda)
• Abundance, Richness (soyut anlamda)
Zıt Anlamlıları:
• Die Armut (fakirlik, yoksulluk)
• Der Mangel (eksiklik, kıtlık)
Benzer Anlamlıları:
• Der Wohlstand (refah, varlık)
• Die Fülle (bolluk, bereket)
• Der Überfluss (bolluk, fazlalık)
1. Sein großer Reichtum ermöglicht ihm ein luxuriöses Leben. (Büyük serveti ona lüks bir yaşam sağlıyor.) 2. Wahrer Reichtum liegt nicht nur im Geld, sondern auch in guten Beziehungen. (Gerçek zenginlik sadece parada değil, iyi ilişkilerde de yatar.) 3. Die Natur bietet uns einen unglaublichen Reichtum an Farben und Formen. (Doğa bize inanılmaz bir renk ve şekil zenginliği sunar.) 4. Der Reichtum eines Landes hängt nicht nur von seinen Bodenschätzen ab. (Bir ülkenin zenginliği yalnızca yer altı kaynaklarına bağlı değildir.) 5. Viele Philosophen sagen, dass Zufriedenheit der wahre Reichtum ist. (Birçok filozof, memnuniyetin gerçek zenginlik olduğunu söyler.)
gelangen
Türkçe Anlamı:
1. Ulaşmak, varmak (Bir yere veya bir duruma erişmek)
2. Başarmak, elde etmek (Bir hedefe veya sonuca ulaşmak)
Almanca Açıklama:
• An einen bestimmten Ort oder Zustand kommen (Belirli bir yere veya duruma ulaşmak)
• Ein Ziel oder eine Position erreichen (Bir hedefe veya konuma ulaşmak)
İngilizce Karşılığı:
• To reach, to attain, to arrive at
Zıt Anlamlıları:
• Verfehlen (kaçırmak, ulaşamamak)
• Stecken bleiben (takılıp kalmak)
Benzer Anlamlıları:
• Erreichen (erişmek, ulaşmak)
• Hinkommen (bir yere varmak)
• Vordringen (ilerlemek, ulaşmak)
1. Nach einer langen Reise gelangten wir endlich ans Ziel. (Uzun bir yolculuktan sonra nihayet hedefimize ulaştık.) 2. Wie kann ich am schnellsten zum Bahnhof gelangen? (Tren istasyonuna en hızlı nasıl ulaşabilirim?) 3. Durch harte Arbeit gelangte sie an die Spitze des Unternehmens. (Sıkı çalışarak şirketin zirvesine ulaştı.) 4. Nach vielen Jahren der Forschung gelang es den Wissenschaftlern, eine Lösung zu finden. (Yıllarca süren araştırmalardan sonra bilim insanları bir çözüm bulmayı başardı.) 5. Wenn du dich anstrengst, wirst du bald an dein Ziel gelangen. (Eğer çaba gösterirsen, yakında hedefine ulaşacaksın.)
gelingen
Partizip2 : gelungen
Türkçe Anlamı:
1. Başarmak, muvaffak olmak (Bir şeyin başarılı olması, istenen sonuca ulaşması)
2. Olumlu sonuçlanmak (Bir şeyin planlandığı gibi gitmesi)
Almanca Açıklama:
• Etwas verläuft erfolgreich oder wie gewünscht (Bir şey başarılı olur veya planlandığı gibi gerçekleşir)
İngilizce Karşılığı:
• To succeed, to be successful, to work out
Zıt Anlamlıları:
• Misslingen (başarısız olmak)
• Scheitern (başarısızlığa uğramak)
Benzer Anlamlıları:
• Schaffen (başarmak)
• Erfolgreich sein (başarılı olmak)
• Klappt (işe yaramak, yolunda gitmek)
1. Der Plan ist gelungen und alle waren zufrieden. (Plan başarılı oldu ve herkes memnun kaldı.) 2. Es gelang ihm, die Prüfung mit einer sehr guten Note zu bestehen. (Sınavı çok iyi bir notla geçmeyi başardı.) 3. Wenn wir gut zusammenarbeiten, wird das Projekt sicher gelingen. (Eğer iyi işbirliği yaparsak, proje kesinlikle başarılı olacaktır.) 4. Nicht jedem gelingt es, eine Fremdsprache fließend zu sprechen. (Herkesin bir yabancı dili akıcı konuşması mümkün değildir.) 5. Nach mehreren Versuchen gelang es ihr endlich, die Tür zu öffnen. (Birkaç denemeden sonra nihayet kapıyı açmayı başardı.)
einfach halten
Türkçe Anlamı:
1. Basit tutmak (Bir şeyi karmaşık hale getirmeden sade ve anlaşılır bırakmak)
2. Kolaylaştırmak (Gereksiz detayları azaltarak bir şeyi daha erişilebilir hale getirmek)
Almanca Açıklama:
• Etwas unkompliziert und verständlich gestalten (Bir şeyi karmaşık hale getirmeden anlaşılır yapmak)
• Sich auf das Wesentliche konzentrieren (Önemli olan kısımlara odaklanmak)
İngilizce Karşılığı:
• To keep it simple
• To make it easy
Zıt Anlamlıları:
• Kompliziert machen (karmaşık hale getirmek)
• Verkomplizieren (zorlaştırmak)
Benzer Anlamlıları:
• Simplifizieren (basitleştirmek)
• Übersichtlich machen (daha anlaşılır hale getirmek)
• Vereinfachen (kolaylaştırmak)
1. Lass uns das Problem einfach halten, damit jeder es versteht. (Sorunu herkesin anlayabilmesi için basit tutalım.) 2. Bei Präsentationen sollte man die Folien einfach halten, um die Zuhörer nicht zu überfordern. (Sunumlarda, dinleyicileri zorlamamak için slaytları basit tutmak gerekir.) 3. Er versucht, seine Erklärungen einfach zu halten, damit auch Anfänger sie verstehen können. (Açıklamalarını basit tutmaya çalışıyor, böylece yeni başlayanlar da anlayabilir.) 4. Wenn du deine Website einfach hältst, wird sie benutzerfreundlicher. (Web siteni basit tutarsan, daha kullanıcı dostu olur.) 5. Gute Designer wissen, wie man Dinge funktional und einfach hält. (İyi tasarımcılar, şeyleri işlevsel ve sade tutmayı bilir.)
*überführen
*Jemanden überführen
Türkçe Anlamı:
1. Nakletmek, taşımak (Bir şeyi veya birini bir yerden başka bir yere götürmek)
2. Suçlu olduğunu kanıtlamak (Birinin suç işlediğini ispatlamak)
Almanca Açıklama:
• Etwas oder jemanden von einem Ort an einen anderen bringen (Bir şeyi veya birini bir yerden başka bir yere taşımak)
• Jemandem nachweisen, dass er eine Straftat begangen hat (Birinin suç işlediğini kanıtlamak)
İngilizce Karşılığı:
• To transfer, to transport (taşıma anlamında)
• To convict, to prove guilty (suç ispatı anlamında)
Zıt Anlamlıları:
• Freisprechen (beraat ettirmek)
• Behalten (yerinde tutmak)
Benzer Anlamlıları:
• Verlegen (başka bir yere aktarmak)
• Transportieren (taşımak)
• Nachweisen (kanıtlamak)
1. Die Patientin wurde in ein anderes Krankenhaus überführt. (Hasta başka bir hastaneye nakledildi.) 2. Die gestohlenen Waren wurden ins Ausland überführt. (Çalınan mallar yurtdışına taşındı.) 3. Der Täter konnte durch Videoaufnahmen überführt werden. (Suçlu, video kayıtları sayesinde suçlu olduğu kanıtlanarak mahkum edildi.) 4. Er wurde des Betrugs überführt und musste eine Geldstrafe zahlen. (Dolandırıcılığı kanıtlandı ve para cezası ödemek zorunda kaldı.) 5. Die Leiche wurde in ihre Heimat überführt. (Cenaze memleketine nakledildi.)
sicherstellen
Türkçe Anlamı:
1. Emin olmak, garanti altına almak (Bir şeyin sağlanması veya garanti edilmesi)
2. Elde tutmak, temin etmek (Bir şeyin kaybolmaması veya zarar görmemesi için onu korumak)
3. Bir şeyin doğru olmasını sağlamak (Bir durumun kesinleşmesini sağlamak)
Almanca Açıklama:
• Etwas sicher machen oder gewährleisten, dass es nicht verloren geht oder beschädigt wird (Bir şeyi güvence altına almak veya kaybolmamasını sağlamak)
• Garantieren, dass etwas eintritt oder vorhanden ist (Bir şeyin gerçekleşeceğinden emin olmak)
İngilizce Karşılığı:
• To ensure, to secure, to guarantee
Zıt Anlamlıları:
• Gefährden (tehdit etmek)
• Verlieren (kaybetmek)
Benzer Anlamlıları:
• Garantie geben (garanti etmek)
• Absichern (güvence altına almak)
• Erzielen (sağlamak)
1. Die Polizei hat das Gebiet abgesperrt, um die Beweise sicherzustellen. (Polis, delilleri güvence altına almak için bölgeyi kapattı.) 2. Wir müssen sicherstellen, dass alle Teilnehmer rechtzeitig erscheinen. (Tüm katılımcıların zamanında gelmesini sağlamak zorundayız.) 3. Der Vertrag wurde unterschrieben, um den Erfolg des Projekts sicherzustellen. (Projenin başarısını garanti altına almak için sözleşme imzalandı.) 4. Es wurde eine Versicherung abgeschlossen, um das Eigentum des Unternehmens sicherzustellen. (Şirketin mal varlığını korumak için bir sigorta yapıldı.) 5. Er hat dafür gesorgt, dass die Lieferung pünktlich sicherstellt wird. (Teslimatın zamanında yapılması için önlem aldı.)
in dieser Hinsicht
Türkçe Anlamı:
1. Bu açıdan, bu bağlamda (Bir konu veya durumla ilgili olarak bir görüş belirtirken kullanılır)
Almanca Açıklama:
• In Bezug auf ein bestimmtes Thema oder eine bestimmte Perspektive (Belirli bir konu veya bakış açısıyla ilgili olarak)
İngilizce Karşılığı:
• In this regard, in this respect, in this sense
Zıt Anlamlıları:
• In anderen Aspekten (diğer yönlerden)
• In Bezug auf etwas anderes (başka bir şeyle ilgili)
Benzer Anlamlıları:
• In dieser Hinsicht betrachtet (bu açıdan bakıldığında)
• Was diesen Punkt betrifft (bu noktayı ilgilendiren)
1. In dieser Hinsicht hat sich die Situation erheblich verbessert. (Bu açıdan durum önemli ölçüde iyileşti.) 2. In dieser Hinsicht müssen wir noch einige Änderungen vornehmen. (Bu bağlamda hala bazı değişiklikler yapmamız gerekiyor.) 3. In dieser Hinsicht gibt es noch viel zu tun, bevor wir erfolgreich sind. (Bu açıdan bakıldığında başarılı olmadan önce hala yapılması gereken çok şey var.) 4. In dieser Hinsicht unterscheiden sich die beiden Unternehmen erheblich. (Bu açıdan, iki şirket önemli ölçüde farklılık göstermektedir.) 5. In dieser Hinsicht sollten wir vorsichtig sein, um keine Fehler zu machen. (Bu açıdan dikkatli olmalıyız, hatalar yapmamak için.)