Elmalılı Tefsirinden Kelimeler 2 Flashcards
İhsas
- Duyma, hissetme; duyurma, hissettirme: Son ihsas anlarını tek başına yaşayan müstakil bir gözde (Ahmet H. Tanpınar). Zîra genç müdür, gönlündeki emâneti henüz annesinden başka hiçbir kimse ile paylaşmamakta, ona hiç kimseyi âşinâ etmemektedir, Seyyide Hanım ve Mehmet Baba gibi mânevî bir ihsas ile haber alanlardan gayri (Sâmiha Ayverdi).
- Duyum: Göztepe’de, hışırtılı bir ağaç altında bir yaz sabahını tadarken küçük bir ihsas, teninizde gezinen hiçten bir ürperme (Ahmet H. Tanpınar). Son süratle giden bir otomobilin içindeki adamın ihsasları gibi hep birbirine karışıyor (Peyâmi Safâ).
ѻ İhsas etmek (eylemek): - Hissettirmek: İhsas eder gönüllere birer ra’şe-i adem (Tevfik Fikret). Neler eyler bana neler ihsâs (Cenap Şahâbeddin). Nâlân nâmuslu bir âile kadını, bir anneydi. Ona böyle bir şeyi teklif değil ihsas etmek bile en büyük bir alçaklıktı (Kerîme Nâdir).
- eski. Hissetmek: Hazret-i vâlide-i hâce-i âlemden mervîdir ki, sıklet-i haml alâmâtından kendimde nesne ihsas etmedim (Veysî).
Saik
- Sevkeden, gönderen, götüren.
- sıf. ve i. (Hayvan veya aracı) Önüne katıp götüren yâhut yönetip yürüten, süren (kimse), sürücü: Ve eğer sâhibinin izni olmaksızın (mülküne) idhal etmiş ise gerek râkip olsun ve gerek kāid yâni yedici ya sâik yâni sürücü olsun ve gerek hayvanın yanında bulunmasın, her halde ol hayvanın ettiği zarar ve ziyânı zâmin olur (Cevdet Paşa). ♦ i.
- Sebep: Çünkü aşîret mücâdelelerinin başlıca iki sâiki vardır: Katl-i a’dâ ve icrâ-yı yağmâ (Cenap Şahâbeddin). Eğer bu bir denâet ise, bir cinâyet ise sâikim senin aşkındır (Hüseyin R. Gürpınar). İç yüzü tahlil edilmiş, siyâsî ve iktisâdî sâikleri anlatılmıştır (Yahyâ Kemal).
- fels. Güdü.
Mamafih
(ﻣﻊ ﻣﺎﻓﻴﻪ) zf. (Ar. ma‘a “berâber”, mā “şey” ve fіhi > fіh “onda” ile ma‘a-mā-fіh) Bununla berâber, durum böyle iken: Mâmâfih meselenin civârında dolaşmak şartıyle konuşabiliriz (Cenap Şahâbeddin). Mâmâfih ben bunlardan emin değilim (Reşat N. Güntekin). Mâmâfih müezzinlikte de gözüm var (Reşat N. Güntekin).
Mücehhez
(ﻣﺠﻬّﺰ) sıf. (Ar. techіz “donatmak”tan mucehhez) Yapacağı iş için gerekli her türlü malzeme ile donanmış, hazır duruma getirilmiş, donatılmış, techiz edilmiş: Fikr ordusuyuz, meş’al-i irfanla mücehhez / Âyât-ı hakîkat okunur râyetimizde (Tevfik Fikret).
ѻ Mücehhez olmak: Donatılmış olmak.
Melhuz
Muhtemel
Zihnimi tırmalayan küçük hikâyenin mevzûunu, bu mevzûun melhuz muhâtarasını îzah ettim (Hâlit Z. Uşaklıgil).
Melhûzat-ı fenniyye: Fence mümkün ve muhtemel olan şeyler.
Müdevven
Tedvin edilmiş yani kitaplaştırılmış
Münakid
1) Akdedilmiş
2) (Meclis, komisyon vb. için) Toplanmış, kurulmuş, teşkil ve tertip edilmiş: Bâhusus ki aynı maksatla îtilâf-ı müselles mün’akid bulunuyordu (Cenap Şahâbeddin).
3) Kabul edilebilir, caiz Zîra zâhirde henüz hadd-i bülûğa vâsıl olmayan bir çocuk için imâmet mün’akid olmaz (Ahmet A. Konuk).
Tahmil
(ﺗﺤﻤﻴﻞ) i. (Ar. ḥaml “yüklenmek, taşımak”tan taḥmіl)
1. Eşyâ vb.ni yükleme, yükletme: Nice bâr eyleseler zıllini hâke tahmîl / Üstühânına düşer gâv-ı zemînin zelzâl (Nâilî).
2. Bir işi birinin üzerine bırakma: “Tahmîl-i zahmet.”
ѻ Tahmil etmek: Yüklemek: Hanımın yavaş yavaş kendine tahmil ettiği bu hizmetleri kız kemâl-i edeple icrâ eder (Hüseyin R. Gürpınar). En büyük hisse-i kabâhati gençlere tahmil ediyor (Fuat Köprülü). Yol uzaklığının tahmil edeceği masraf karşısında bundan vazgeçmek mecbûriyetinde kaldım (Refik H. Karay).
Meşkur
(ﻣﺸﻜﻮﺭ) sıf. (Ar. şukr “teşekkür etmek, övmek”ten meşkūr) Şükür ve teşekküre lâyık olan, teşekküre değer, övülmüş, beğenilmiş: Her ne kim işler isen meşkûr ola / Mülk-i rûh uçtan uca ma’mûr ola (Ahmedî). Allah müellifinin sa’yini meşkûr etsin (Kâtip Çelebi’den Seç.). O kadar ancak olur gayret-i dîn ü devlet / Sa’y-i meşkûru kabûl-âver-i Yezdân olsun (Enderunlu Fâzıl’dan).
● Meşkûre (ﻣﺸﻜﻮﺭﻩ) sıf. Meşkûr kelimesinin kadını ifâde eden, kadın ismi olarak kullanılan veya tamlamalarda ortaya çıkan aynı mânadaki müennes şekli: “Gayret-i meşkûre: Teşekküre lâyık gayret.” “Mesâî-i meşkûre: Teşekküre değer çalışmalar.”
Veya takdire şayan gibi teşekküre şayan, teşekkür edilesi demektir.
Tedris
(ﺗﺪﺭﻳﺲ) i. (Ar. ders “okumak”tan tedrіs) Ders verme, ders öğretme, öğretim: Fazlın ile çün halâs ettin bizi tedrîsten / Yine hıfz eyle yâ Rab nefsimiz telbîsten (Aziz Mahmud Hüdâyî). Usûl-i tedris amelî ve nazarî idi (Ahmet Râsim). Venedik’te felsefe-i İbn-i Rüşd tedris olunmağa başladı (Cenap Şahâbeddin).
Tedrisat:Öğretim