Elmalılı Tefsirinden Kelimeler Flashcards
Tediye
(ﺗﺄﺩﻳﻪ) i. (Ar. edā’ “ödemek, yerine ulaştırmak”tan te’diye) Ödeme: Yine bilirim ki ne kadar geç te’diye-i deyn ederse o kadar çok fâiz terâküm etmiş olur (Abdülhak Hâmit). Yalnız senin tuvaletin için müthiş bir yekûn tediyesine mecbur oluyorum (Hüseyin Suat).
Mesâil
(ﻣﺴﺎﺋﻞ) i. (Ar. mes’ele’nin çoğul şekli mesā’il) Meseleler: Victor Hugo, Fransa’nın hayat ve menâfiine taalluk etmeyen mesâilde akvâm-ı sâirenin muhibb-i âlî-cenâbı idi (Süleyman Nazif).
Tenkis
(ﺗﻨﻘﻴﺺ) i. (Ar. naḳṣ “noksan olmak”tan tenḳіṣ)
1. Azaltma, indirme, eksiltme: Evzân ile tenkîs ederim bâr-ı hayâtı (Cenap Şahâbeddin). Muhakkaktır ki sanâyiin terakkîsi muhârebâtı tenkis ediyor (Cenap Şahâbeddin). Dârülaceze teşkîlâtı bunların adedini tenkis edemez (Ahmet Râsim).
2. hukuk. Kānûna ve hakkāniyete uygun olmayan tasarruf, mükellefiyet ve borçların kānûnî veya mâkul hadde indirilmesi.
Esbak
(ﺍﺳﺒﻖ) sıf. (Ar. sebḳ “önce geçmek, geride bırakmak”tan esbaḳ) Öncekinden önce olan, daha eski, bir makamda bir evvelkinden önce bulunmuş olan [Bir öncekine sâbık denir]: “Esbak Rumeli defteri.” Hakîkate nazar olunsa rehberiz Kays’a / Velî tarîka gelince o bizden esbaktır (Rûhî-i Bağdâdî). Ya’nî hem-nâm-ı nebiyy-i Mustafâ / Pâdişâhın kethüdâ-yı esbakı (Enderunlu Fâzıl). Yani eski, önceki demek sabıkken esbak onun da öncesini kasteder.
Sabık
(ﺳﺎﺑﻖ) sıf. (Ar. sebḳ “geçmek, geride bırakmak”tan sābiḳ)
1. Zaman bakımından geride kalan, geçen, geçmiş, önceki, evvelki: “Asr-ı sâbık: Geçen asır.” “Mâh-ı sâbık: Geçen ay.”
2. Bir iş, memûriyet veya makamda şimdikinden daha önce bulunmuş olan, eski: “Sâbık vâlî.” “Sâbık kaymakam.” Sâbık antikacı Nesimaçi bunlardan biridir (Burhan Felek). Süleyman Nazif Bey, Mardin mutasarrıf-ı sâbıkı (…) müteveffâ Mehmed Saîd Paşa’nın mahdûmudur (Kaya Bilgegil). ♦ i.
3. Zaman veya mevki bakımından önde olan kimse: N’ola derlerse bana sâbık-ı meydân-ı sühan (Veysî’den).
4. Geçmiş zaman [Sâbıkta şeklinde kullanılmıştır]: Emsâlini sâbıkta görenler hulefâdan (Nâilî).
ѻ Sâbıku’l-beyan – Sâbıku’z-zikr: Yukarıda açıklanan, daha önce sözü edilen, zikri geçen.
● Sâbıka (ﺳﺎﺑﻘﻪ) sıf. Sâbık kelimesinin tamlamalarda ortaya çıkan aynı mânâdaki müennes şekli: “Madde-i sâbıka: Geçen madde, önceki madde.” Bk. SÂBIKA
● Sâbıkan (ﺳﺎﺑﻘﺎً) zf. (sābiḳ’ın tenvinli şekli) Bundan önce, evvelce.
● Sâbıkin – Sâbıkun ( ﺳﺎﺑﻘﻮﻥ– ﺳﺎﺑﻘﻴﻦ) i. (Ar. çoğul eki -іn ve -ūn ile) Sâbık olanlar, gelip geçmiş, daha önce yaşamış olan, önde gelen kimseler: “Sâbıkinden rivâyet olunduğuna göre.”
Müteaddit
(ﻣﺘﻌﺪّﺩ) sıf. (Ar. te‘addud “birden çok olmak”tan mute‘addid) Çok sayıda, birçok: Müteaddit yatak şiltesi olan bir yüklük vardı (Sâmipaşazâde Sezâî).
Vüsat
(ﻭﺳﻌﺖ) i. (Ar. vus‘at)
1. Genişlik, bolluk: “Vüs’at-i deryâ.” “Vüs’at-ı rahmet.” Vâkıa aşk insanın her hareketine pek ziyâde vüs’at vererek insanı insân-ı kâmil eder (Ahmed Midhat Efendi). Ankara, dalga dalga beyaz bir vüs’at ortasında büsbütün yapayalnız, büsbütün cesur ve destânî idi (Rûşen E. Ünaydın). Erenköyü ovasının sâhile uzanan boş vüs’atında garip bir sis ayın ve yıldızların aksiyle titriyor gibi idi (Hâlide E. Adıvar).
2. Güçlü olan para durumu, iyi olan mâlî durum, mâlî güç: Övünmesin o kadar vüs’atiyle bî-câdır (Muallim Nâci).
3. mec. Güç, kudret: “Bu iş vüs’atım dâhilinde değildir.”
Fariğ
(ﻓﺎﺭﻍ) sıf. (Ar. ferāġ “vazgeçmek”ten fāriġ)
1. Vazgeçmiş, terketmiş, el çekmiş: Ben fâriğ-ı dü cihânım işbu gavgā neme gerek (Eşrefoğlu Rûmî). Ey Fuzûlî âhiret mülküne lâzımdır sefer / Böyle fâriğ gezme takvâdan müheyyâ kıl metâ’ (Fuzûlî). Fâriğız hafv u recâ-yı dûzah u cennâttan / Derd-i dil sermâye-i dünyâ vü ukbâdır bize (Leskofçalı Gālib).
2. Gāile ve gürültüden uzak, rahat, âsûde.
3. hukuk. Üzerindeki bir hakkı başkasına devreden, başkası adına hakkından ferâgat eden (kimse).
ѻ Fâriğ olmak: Vazgeçmek, el çekmek: Biliriz olduğun ey şûh vefâdan fâriğ (Fıtnat Hanım). Fâriğ ol ârif isen kayd-ı tekellüf ne imiş / Hakk’ı zikr eyleyelim bunda tevakkuf ne imiş (Hersekli Ârif Hikmet). Hîç olmadı fâriğ ülfetimden (Muallim Nâci). Fâriğu’l-bâl – Fâriğ-bâl: Rahat, gāile ve gürültüden uzak: Fezâ-yı âlemi çün şâh-bâz-ı zerrin-bâl / Kanadı altına almaktan oldu fâriğ-bâl (Hayâlî). Fâriğü’l-hâl: Hâli vakti yerinde ve rahat.
MAHÂKİM
Mahkemeler
Mezkur
(ﻣﺬﻛﻮﺭ) sıf. (Ar. ẕikr “hatırlamak, anmak; bildirmek”ten meẕkūr)
1. Az önce adı geçen, sözü edilen, yukarıda anılan, zikrolunan [Daha çok nesirde ve resmî yazışmalarda kullanılır]: Ve mezkûr tâifeler hıyânet ve fesad üzere olur ise devletin nizâmına za’f ve gevşeklik gelir (Kâtip Çelebi’den Seç.). Mezkûr gazetenin nüshaları ne vakit olsa buldurulabileceğinden kulunuzun sıdk-ı müddeâm nezd-i hümâyunlarında sâbit olur (Ebüzziyâ Tevfik’ten).
2. (Tasavvufî metinlerde) Dâima anılan, zikredilen (Allah): Zâhidin zikr ettiği şol harf ü savtın ismidir / Zâkir ü mezkûr ü zikre biz müsemmâ olmuşuz (Niyâzî-i Mısrî).
● Mezkûre (ﻣﺬﻛﻮﺭﻩ) sıf. Mezkûr kelimesinin kadını ifâde eden veya tamlamalarda ortaya çıkan aynı mânâdaki müennes şekli: “Vilâyât-ı mezkûre: Adı geçen vilâyetler.”