01 Flashcards
Torna
i. (İtal. tornio < Lat. < Yun.) Ağaç veya mâdenî parçalara genellikle yuvarlak bir biçim vermek için kullanılan tezgâh.
Tesviye
- Aynı seviyeye getirme.
- Düz hâle getirme, düzleme.
- Ödeme:
” Hânenin masârifi hemen kâmilen kayın vâlidesi Dîdar Hanım tarafından tesviye edilir” (Hüseyin R. Gürpınar).
“Artık burada yapacak bir şeyleri kalmamıştı. Borçlarını tesviye ettiler” (Hâlit Z. Uşaklıgil).
Sukût
- Düşme, yukardan aşağıya inme: Beşikten etti kıyâm, etmek üzre kabre sukūt (Cenap Şahâbeddin). Karlar sukūta başladı hâbîde kâinat (Hüseyin Sîret). Birden Suat’ın gözlerinden eğilmiş olduğu dikişe yaşların sukūtunu gördü (Mehmet Rauf).
- mec. Daha aşağı derecelere, mertebelere inme, seviye kaybetme:
Duyulur şimdi bir enîn-i sukūt / Şi’rimin lerziş-i beyânında (Tevfik Fikret).
Evlendiler, seviştiler ammâ muvakkaten / Sevdâ sukūta başladı beş hafta geçmeden (Tevfik Fikret’ten).
MUSÂHİP – MUSÂHİB
- Biriyle karşılıklı konuşan, sohbet arkadaşı olan kimse:
Gerçek ere bir musâhip yâr gerek (Pir Sultan Abdal). Musâhibin yok mu derdin yanmaya (Pir Sultan Abdal).
- târih. Büyük zatlara, özellikle pâdişahlara sohbet akradaşı olan ve zaman zaman hoş fıkralar, hikâyeler anlatıp latîfe ve nükteler yaparak hoşça vakit geçirmelerini sağlayan zeki, bilgili, görgülü, hoşsohbet kimse, nedim
- Alevîler’de aynı zamanda Alevîliğe intisap eden ve kardeş sayılan iki kişiden biri [Diğerine sâhip denir]:
Musâhipsiz Alevîlik erkânına hiçbir kimse alınmaz; musâhip olanların canları, malları, ırzları birdir; her hususta birbirlerini korumaları gerektir (Abdülbâki Gölpınarlı). Her Alevî çifti bir musâhip tutmak zorundadır. Bu dört kişilik iki âile Alevî cemâatinin çekirdeğini teşkil eder ve birbirlerine kardeş sayılırlar. Buna
müstakim
doğrulmak”tan mustaḳіm)
1. Doğru, düz: “Hatt-ı müstakim: Düz, doğru çizgi.”
2. Doğru, gerçek, hak: “Sırât-ı müstakim: Doğru yol, Hak yolu.”
3. Doğru yolda olan, doğru, dürüst, nâmuslu: Benim ammâ ki tab’-ı müstakîmim / O kenzin olsa gencûru revâdır (Hersekli Ârif Hikmet). Korkma düşmandan ki âteş olsa yandırmaz seni / Müstakîm ol Hazreti Allah utandırmaz seni (Diyarbekirli Said Paşa).
erkânıharp
Kısmetin yokmuş, erkânıharp olamamışsın (Ömer Seyfeddin).
Ordu birliklerinin savaşa hazırlanması ve savaşta yönetilmesi gibi hususları yürütmek üzere harp akademilerinde belli bir eğitimden geçirilerek yetiştirilen subay, kurmay:
Genç bir erkânıharp zâbiti idi (Reşat N. Güntekin).
Cesim
- Büyük, geniş:
“Almanya, İspanya, hatta Portekiz ve Belçika’nın da cesim müstemlekeleri vardı”(Ömer Seyfeddin). “
Paşanın konağı bir kapısı Fındıklı’da, bir kapısı Kabataş’ta ve yukarıya açılan kapısı da Ayazpaşa’da olan gāyet cesim bir bahçenin içinde idi (Sâmiha Ayverdi).
- İri, kocaman, cesâmetli: Esircinin o cesim ellerinden tutarak evden çıktılar (Sâmipaşazâde Sezâî). Ve bu cesim vücut harekete gelince onun süratine yetişmek mümkün olmazdı (Hâlit Z. Uşaklıgil).
müzeyyen
ﻦ) sıf. (Ar. tezyіn “süslemek”ten muzeyyen) Süslenmiş, bezenmiş, süslü, zînetli:
Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i / Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi (Süleyman Çelebi).
Güllerle, güneşlerle, emellerle müzeyyen (Tevfik Fikret).
Yukarıdan aşağıya yapma çiçeklerle müzeyyen pembe bürümcekler giyinmiş (Hüseyin R. Gürpınar).
Halayık
Esir edilmiş veya satın alınmış kız, kadın:
Emine Molla’nın evinde bir Çerkes halayık görüp abayı yakar (Âlî Bey).
Yanı başımızda yelpâzeler sallayan halayıklar vardı (Refik H. Karay).
Bilhassa gece yatısına geldiği zamanlar hizmetine bir veya iki halayık tahsis edilir (Sâmiha Ayverdi).
Rical
- Büyük mevkilerde bulunanlar, ileri gelen devlet adamları: “Ricâl-i Bâbıâlî.”
Sesi gāyet güzel olduğundan rical ve kibar konaklarında pek ziyâde kadr ü îtibar bulmuş imiş (Fâik Reşat).
Sadrâzam ile kaptan paşa ve şeyhülislâm, ulemâ ve ricâl-i devlet yine baştardeye gelip girerler ve Beşiktaş’a hareket ederlerdi (İsmâil H. Uzunçarşılı).
Odalık
- Eskiden bir erkeğin nikâhsız olarak aldığı kadın, câriye:
Karısının ölümü üzerine aldığı odalıktan da iki kızı, bir oğlu olmuştu (Ahmed Midhat Efendi).
On beş yaşına gelince Sinan bu kızı odalık edindi (Safiye Erol).
İbrâhim Efendi karısı öldükten sonra evlenmemiş, odalıklarının silik ve şahsiyetsiz mevcûdiyetleri kadın mevzûunda ona yetip de artmıştı (Sâmiha Ayverdi).
- târih. Pâdişah ve şehzâdelerin saraya gelen câriyelerin en güzelleri arasından seçtikleri gözde kadın:
İzhar
Açığa vurma, meydana çıkarma, gösterme, âşikar etme. Karşıtı: IZMAR:
Ne izhâra tahammül var ne de ızmâra tâkat var / Gönül izhârı güç ızmârı güç bir derde düşmüştür (…). Cehûle şan mı verir cehlin eylemek izhar (Muallim Nâci).
Saniyen
ikinci derecede, ikinci olarak.
intihab
- Seçme, seçilme:
Bu yol, bu sîne-i vahşette gizlenen reh-i nûr / Açıldı böyle ne hoş pîş-i intihâbımıza (Tevfik Fikret).
Hâkānın nasıl seçildiği, kimlerin arasından intihap edildiği, hâkānın devletin ve halkın işlerini nasıl yürüttüğü, zamânını nasıl kullandığı anlatılıyor (Orhan Ş. Gökyay).
- Seçim:
İntihap yapıldı, toplandı meclis… (Ziyâ Gökalp).
İntihap sandıkları çiçekler ve bayrakla süslü, arkalarında papazlarla imamların yan yana durmuş akrabâları… (Hâlide E. Adıvar).
Bütün intihap dâireleri şimdi bu işin tahkîkiyle meşguldür (Refik H. Karay).
ѻ İntihap etmek: Seçmek: Mâşallah, güzel dost intihap etmişsin! (Nâmık Kemal).
MÜSTAĞNİ
Bu arzuya karşı o kız ne kadar güzel, ne derece müstağnî-mizac olursa olsun pek uzun müddet mukāvemet gösteremez zannındaydı (Hüseyin
- İlgi, alâka göstermeye tenezzül etmeyen, umursamaz, kayıtsız (kimse)
Bu arzuya karşı o kız ne kadar güzel, ne derece müstağnî-mizac olursa olsun pek uzun müddet mukāvemet gösteremez zannındaydı (Hüseyin
–den) Müstağni olmak (bulunmak, kalmak): İhtiyaç duymaz, ilgilenmez, umursamaz durumda olmak:
Bu parçaların oraya muvakkaten konulduğunu (…) ve sütun başlıklarının o sütunlara âit olmadıklarını ve bütün parçaların Rumelihisarı’nın asıl mîmârîsinin her türlü râbıtadan müstağni olduklarını derhal anlamak için ne âlim ne de sanatkâr olmaya lüzum vardı (Yahyâ Kemal