01 Flashcards

1
Q

Torna

A

i. (İtal. tornio < Lat. < Yun.) Ağaç veya mâdenî parçalara genellikle yuvarlak bir biçim vermek için kullanılan tezgâh.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
2
Q

Tesviye

A
  1. Aynı seviyeye getirme.
  2. Düz hâle getirme, düzleme.
  3. Ödeme:

” Hânenin masârifi hemen kâmilen kayın vâlidesi Dîdar Hanım tarafından tesviye edilir” (Hüseyin R. Gürpınar).

“Artık burada yapacak bir şeyleri kalmamıştı. Borçlarını tesviye ettiler” (Hâlit Z. Uşaklıgil).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
3
Q

Sukût

A
  1. Düşme, yukardan aşağıya inme: Beşikten etti kıyâm, etmek üzre kabre sukūt (Cenap Şahâbeddin). Karlar sukūta başladı hâbîde kâinat (Hüseyin Sîret). Birden Suat’ın gözlerinden eğilmiş olduğu dikişe yaşların sukūtunu gördü (Mehmet Rauf).
  2. mec. Daha aşağı derecelere, mertebelere inme, seviye kaybetme:

Duyulur şimdi bir enîn-i sukūt / Şi’rimin lerziş-i beyânında (Tevfik Fikret).

Evlendiler, seviştiler ammâ muvakkaten / Sevdâ sukūta başladı beş hafta geçmeden (Tevfik Fikret’ten).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
4
Q

MUSÂHİP – MUSÂHİB

A
  1. Biriyle karşılıklı konuşan, sohbet arkadaşı olan kimse:

Gerçek ere bir musâhip yâr gerek (Pir Sultan Abdal). Musâhibin yok mu derdin yanmaya (Pir Sultan Abdal).

  1. târih. Büyük zatlara, özellikle pâdişahlara sohbet akradaşı olan ve zaman zaman hoş fıkralar, hikâyeler anlatıp latîfe ve nükteler yaparak hoşça vakit geçirmelerini sağlayan zeki, bilgili, görgülü, hoşsohbet kimse, nedim
  2. Alevîler’de aynı zamanda Alevîliğe intisap eden ve kardeş sayılan iki kişiden biri [Diğerine sâhip denir]:
    Musâhipsiz Alevîlik erkânına hiçbir kimse alınmaz; musâhip olanların canları, malları, ırzları birdir; her hususta birbirlerini korumaları gerektir (Abdülbâki Gölpınarlı). Her Alevî çifti bir musâhip tutmak zorundadır. Bu dört kişilik iki âile Alevî cemâatinin çekirdeğini teşkil eder ve birbirlerine kardeş sayılırlar. Buna
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
5
Q

müstakim

A

doğrulmak”tan mustaḳіm)
1. Doğru, düz: “Hatt-ı müstakim: Düz, doğru çizgi.”
2. Doğru, gerçek, hak: “Sırât-ı müstakim: Doğru yol, Hak yolu.”
3. Doğru yolda olan, doğru, dürüst, nâmuslu: Benim ammâ ki tab’-ı müstakîmim / O kenzin olsa gencûru revâdır (Hersekli Ârif Hikmet). Korkma düşmandan ki âteş olsa yandırmaz seni / Müstakîm ol Hazreti Allah utandırmaz seni (Diyarbekirli Said Paşa).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
6
Q

erkânıharp

Kısmetin yokmuş, erkânıharp olamamışsın (Ömer Seyfeddin).

A

Ordu birliklerinin savaşa hazırlanması ve savaşta yönetilmesi gibi hususları yürütmek üzere harp akademilerinde belli bir eğitimden geçirilerek yetiştirilen subay, kurmay:

Genç bir erkânıharp zâbiti idi (Reşat N. Güntekin).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
7
Q

Cesim

A
  1. Büyük, geniş:

“Almanya, İspanya, hatta Portekiz ve Belçika’nın da cesim müstemlekeleri vardı”(Ömer Seyfeddin). “

Paşanın konağı bir kapısı Fındıklı’da, bir kapısı Kabataş’ta ve yukarıya açılan kapısı da Ayazpaşa’da olan gāyet cesim bir bahçenin içinde idi (Sâmiha Ayverdi).

  1. İri, kocaman, cesâmetli: Esircinin o cesim ellerinden tutarak evden çıktılar (Sâmipaşazâde Sezâî). Ve bu cesim vücut harekete gelince onun süratine yetişmek mümkün olmazdı (Hâlit Z. Uşaklıgil).
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
8
Q

müzeyyen

A

ﻦ) sıf. (Ar. tezyіn “süslemek”ten muzeyyen) Süslenmiş, bezenmiş, süslü, zînetli:

Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i / Kıldı Âdem’le müzeyyen âlemi (Süleyman Çelebi).

Güllerle, güneşlerle, emellerle müzeyyen (Tevfik Fikret).

Yukarıdan aşağıya yapma çiçeklerle müzeyyen pembe bürümcekler giyinmiş (Hüseyin R. Gürpınar).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
9
Q

Halayık

A

Esir edilmiş veya satın alınmış kız, kadın:

Emine Molla’nın evinde bir Çerkes halayık görüp abayı yakar (Âlî Bey).

Yanı başımızda yelpâzeler sallayan halayıklar vardı (Refik H. Karay).

Bilhassa gece yatısına geldiği zamanlar hizmetine bir veya iki halayık tahsis edilir (Sâmiha Ayverdi).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
10
Q

Rical

A
  1. Büyük mevkilerde bulunanlar, ileri gelen devlet adamları: “Ricâl-i Bâbıâlî.”

Sesi gāyet güzel olduğundan rical ve kibar konaklarında pek ziyâde kadr ü îtibar bulmuş imiş (Fâik Reşat).

Sadrâzam ile kaptan paşa ve şeyhülislâm, ulemâ ve ricâl-i devlet yine baştardeye gelip girerler ve Beşiktaş’a hareket ederlerdi (İsmâil H. Uzunçarşılı).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
11
Q

Odalık

A
  1. Eskiden bir erkeğin nikâhsız olarak aldığı kadın, câriye:

Karısının ölümü üzerine aldığı odalıktan da iki kızı, bir oğlu olmuştu (Ahmed Midhat Efendi).
On beş yaşına gelince Sinan bu kızı odalık edindi (Safiye Erol).
İbrâhim Efendi karısı öldükten sonra evlenmemiş, odalıklarının silik ve şahsiyetsiz mevcûdiyetleri kadın mevzûunda ona yetip de artmıştı (Sâmiha Ayverdi).

  1. târih. Pâdişah ve şehzâdelerin saraya gelen câriyelerin en güzelleri arasından seçtikleri gözde kadın:
How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
12
Q

İzhar

A

Açığa vurma, meydana çıkarma, gösterme, âşikar etme. Karşıtı: IZMAR:

Ne izhâra tahammül var ne de ızmâra tâkat var / Gönül izhârı güç ızmârı güç bir derde düşmüştür (…). Cehûle şan mı verir cehlin eylemek izhar (Muallim Nâci).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
13
Q

Saniyen

A

ikinci derecede, ikinci olarak.

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
14
Q

intihab

A
  1. Seçme, seçilme:

Bu yol, bu sîne-i vahşette gizlenen reh-i nûr / Açıldı böyle ne hoş pîş-i intihâbımıza (Tevfik Fikret).

Hâkānın nasıl seçildiği, kimlerin arasından intihap edildiği, hâkānın devletin ve halkın işlerini nasıl yürüttüğü, zamânını nasıl kullandığı anlatılıyor (Orhan Ş. Gökyay).

  1. Seçim:

İntihap yapıldı, toplandı meclis… (Ziyâ Gökalp).

İntihap sandıkları çiçekler ve bayrakla süslü, arkalarında papazlarla imamların yan yana durmuş akrabâları… (Hâlide E. Adıvar).

Bütün intihap dâireleri şimdi bu işin tahkîkiyle meşguldür (Refik H. Karay).

ѻ İntihap etmek: Seçmek: Mâşallah, güzel dost intihap etmişsin! (Nâmık Kemal).

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
15
Q

MÜSTAĞNİ

Bu arzuya karşı o kız ne kadar güzel, ne derece müstağnî-mizac olursa olsun pek uzun müddet mukāvemet gösteremez zannındaydı (Hüseyin

A
  1. İlgi, alâka göstermeye tenezzül etmeyen, umursamaz, kayıtsız (kimse)

Bu arzuya karşı o kız ne kadar güzel, ne derece müstağnî-mizac olursa olsun pek uzun müddet mukāvemet gösteremez zannındaydı (Hüseyin

–den) Müstağni olmak (bulunmak, kalmak): İhtiyaç duymaz, ilgilenmez, umursamaz durumda olmak:

Bu parçaların oraya muvakkaten konulduğunu (…) ve sütun başlıklarının o sütunlara âit olmadıklarını ve bütün parçaların Rumelihisarı’nın asıl mîmârîsinin her türlü râbıtadan müstağni olduklarını derhal anlamak için ne âlim ne de sanatkâr olmaya lüzum vardı (Yahyâ Kemal

How well did you know this?
1
Not at all
2
3
4
5
Perfectly
16
Q

Tabasbus

A

Yaltaklanma:

Lüzûmu yokken köpekler gibi / Tabasbus eyler (Ahmed Vefik Paşa).

Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus pek yakışır (Ömer Seyfeddin).

17
Q

istihfaf

A

Küçük görme, hafif bulma, küçümseme, hor görme:

Murat istihfafla dişlerini gıcırdattı (Mahmut Yesâri). Benden yaşça büyük olduğu halde onun küçükken bebekleriyle oynamasını ben istihfafla seyrederdim (Peyâmi Safâ).

18
Q

Hatve

A

Adım:

Birkaç hatve ötede bir konak arabasının beklemekte olduğuna dikkat etti (Hâlit Z. Uşaklıgil). Kısa ve zor hatvelerle ilerliyorlardı (Hüseyin C. Yalçın). İki hatvede kapıyı açar (Hüseyin R. Gürpınar).

19
Q

Rikkat

Gözlerinde hafif bir rikkat sezdim (Reşat N. Güntekin).

A

Acıma, şefkat, merhamet:

Dindar adam tevekkülü rikkatle herkese / Îsâ’yı çarmıhında uzaktan hatırlatır (Yahyâ Kemal).

20
Q

KEYFİYET

Veli Koca selâmlıkta dizginleri kavi tutup oğlanı salıvermezken keyfiyet sarpa sarmaya başladı (Safiye Erol).

A
  1. İş, mesele, husus, vaziyet:

Pâdişâhın sâdık adamları keyfiyetin vehâmetini anlatmak istedikçe bu yumuşak hükümdar işin kansız olarak hallini Köse Mûsâ Paşa’ya havâle ediyordu (Sâmiha Ayverdi).

Yâver Bey keyfiyeti arzetmiş, binmiş, yola devam etmişler (Mukbil Özyörük).

  1. Bir şeyin taşıdığı şu veya bu hal, nasıl ve ne türlü olduğu, varlıklar arasındaki farkları meydana getiren durum, vasıf, nitelik:

Meleke insanda yerleşmiş, kökleşmiş bir keyfiyettir ki çabuk kaybolmaz (Kâtip Çelebi’den Seç.).

21
Q

İSTÎCAL

Yunanlılar’ın bu dar görüşüne bakılırsa sulhü bu aylarda beklemek biraz fazla istîcal olur (Yahyâ Kemal).

A

(Ar. ‘acele “çabuk olmak”tan isti‘cāl) Acele etme, sabırsızlanma:

Asabî bir istîcal ile sordu (Ömer Seyfeddin).

Vapurun safîr-i müjdesi gecikenleri de istîcâle sevkeder (Hüseyin C. Yalçın).

22
Q

BÂNÎ

Büyük zelzeleden sonra yeniden inşâ ettirdiği Fâtih Câmii’nde ise yine ilk bânîsinin adı yürüyüp gitmiştir (Sâmiha Ayverdi).

A
  1. Bir yapıyı inşâ eden, inşâ ettiren, yapan, yaptıran kimse:

Ne kadar sâf idi sîmâsı bu mü’min neferin / Kimdi? Bânîsi mi mîmârı mı ulvî eserin (Yahyâ Kemal).

  1. Kuran, kurucu, tesis eden kimse, müessis:

Lâkin bânîsi Süleyman gibi fâtih ve zengin bir pâdişah (Yahyâ Kemal).

23
Q

Allahuâlem

İsmet İnönü’nün, Kuvayi Milliye Destanı’nı okuyunca, “Anadolu Savaşını Nâzım bu Destanla bir daha kazandı” dediğini Çankırı Cezaevinde işiten şair: “İsmet Paşa dua etsin ki vaktiyle kazanmış savaşı. Yoksa şimdi burada beraber olacaktık, Allahualem!”
Vâlâ Nureddin, Bu Dünyadan…

A

Allah daha iyi bilir ya, gāliba, zannederim ki:

“Allahuâlem, bunlar bana bir oyun hazırlıyorlar.” Allahuâlem, bunlar sağlam ayakkabı değil: –Aman deme büyük hanım (Ahmet Râsim).

24
Q

SAFFET – SAFVET

Küçük Baltık memleketleri, birtakım muâhede tomarlarına sarılı birer çocuk saffetiyle mışıl mışıl uyuyorlardı (Yâkup K. Karaosmanoğlu’ndan).

A
  1. Maddî ve mânevî mânâda temizlik, arılık, saflık:

Bir aceb devrindeyiz Gālib ki bezm-i âlemin / Bâdesinde rûh yok câmında safvet kalmamış (Leskofçalı Gālib).

Ben bî-azamet, o mest-i nahvet / Görmez mi bu farkı ehl-i safvet (Muallim Nâci).

  1. mec. Kurnazlığa aklı ermeme, kolayca aldatılabilme, saflık:

Nesre en çok yaklaşan şiirin en mükemmel şiir olacağını zannetmek saffetinde bulunmuştu (Ahmet Hâşim).

25
Q

Faik

“Bugünkü İngiliz romanı Fransız romanına çok faik bir vaziyette, çok mükemmel şeyler yazıyorlar.”

5 Mayıs 1937 tarihli bir röportajdan anlıyoruz ki Halid Ziya Uşaklıgil o günlerde Aldous Huxley’nin Point Counter Point romanını okuyormuş.

A
  1. Daha üstün, tercih edilecek üstünlükte, müreccah:

“Bu hususta İstanbul diğer şehirlere fâiktir” (Yahyâ Kemal).

  1. Seçkin, yüksek, güzîde:

“Gayra yâr olmakla yüz döndürmezüz dildârdan / Sabrımız var ehl-i aşk içre anınçün fâikiz” (Rûhî-i Bağdâdî).

26
Q

KĀRÎ

“Hiç olmazsa klasik eserlerin tercümesinde laubali olmayalım. Çünkü onları okuyacak olanlar yalnız yolculuk esnasında trende ve vapurda vakit öldürmek veya bir şey okumuş olmak için alınan 25 kuruşluk kitap serilerinin dalgın ve müsamahakâr karii değil, dünya edebiyatını öğrenmek isteyenlerdir. “

Nihal Yalaza Taluy

A
  1. Okuyucu:

Kırk yaşına basmış kārîlerime soruyorum (Ahmet Hâşim).

Kārîlerimin rûhunu titretmeli şi’rim (Cenap Şahâbeddin).

Bana sor sevgili kārî sana ben söyleyeyim / Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım (Mehmet Âkif).

  1. Usûlünce okuyan, kırâat bilen kimse: “Kārî-i Kur’an.”
27
Q

Rahvan

A
  1. Binek hayvanlarının biniciyi sarsmayan yürüyüşü:

Bacı Bey gövdesini hayvanın rahvanına bırakmıştı, ama rahat değildi (Kemal Tâhir).

  1. sıf. Böyle yürüyen (binek hayvanı):
    Nûrullah Efendi, rahvan hayvanının nal seslerine kulak vererek çabucak dağların eteğine vardı (Fahri Celâl).
28
Q

SİNÂMEKİ

A
  1. sıf. ve i. mec. Can sıkıcı, ağır kanlı, mızmız (kimse).
  2. Baklagillerden, sıcak bölgelerde yetişen, yaprağı müshil olarak kullanılan, sarı çiçekli, otsu veya ağaçsı bitki:

Sinâmeki müshildir. Büyüklere kaynatılıp içirilir (Musâhipzâde Celâl).

29
Q

MİKYAS

“Mikyâs olamaz sîretine sûreti şahsın”

A
  1. Ölçü, nispet, derece:

Küçük kabahatlilerin cezâsı ise nispetsiz, mikyassız idi (Ömer Seyfeddin).

Ne kadar küçük mikyasta olursa olsun bir nümûnesini göreceğimden hiç şüphe etmiyordum (Hâlit Z. Uşaklıgil).

30
Q

SÎRET

“Mikyâs olamaz sîretine sûreti şahsın”

A
  1. Bir kimsenin ahlâkı, seciyesi, karakteri, dışa akseden davranışı. Karşıtı: SÛRET:

Hüsn-i sûret kābiliyyet-i sîrete alâmettir (Naîmâ’dan)

ѻ Sîreti sûretine uymamak: İç yüzü dış görünüşüne uymamak, göründüğü gibi olmamak.